Milletçe yanlışlarımızın farkedilmesini ve ülkece modern, çağdaş ama kimlik, kişilik ve kültür emperyalizmine karşı dik durarak hedeflediğimiz yere yakınlaşmamızı sağlaması açısından nokta kadar faydası görülmemiş, bilakis yanlışlarda ısrar ve yerimizde saymamıza neden olmuş; toplumda var olan biz anlayışını körleyip,bireyin sahip olduğu ben egoizmini güçlendiren; bayatlamak bir tarafa artık küflenmiş korkutma ve yıldırma metodlarını ısıtıp ısıtıp tazeymiş gibi millete yedirme çabaları sonucu ortaya çıkan siyasi polemiklerden bugüne kadar hep uzak durmaya çalıştım.
Ancak bu amaçsız ya da kötü amaçlı siyasi çekişmelerin öyle bir tahrik gücü var ki bir yerinden bulaşmadan yapamıyorsun. Mesela, günlerdir memleketi meşgul eden şu travma meselesi.
Bir tarafta Atatürk devrimlerinin millete travma etkisi yaptığını söyleyen iktidar partisinin genel başkan yardımcısı olan bir siyasetçimiz. Diğer yanda ise söz konusu siyasetçimizin şahsında büyük bir kalabalığa, camiaya, devletimizin ve Cumhuriyetimizin kuruluşunda temel unsurlar arasında yer almış görev almış anlayışa hitaben "Yeşil ordu" ithamında bulunan bir hocamız.
Bu tartışmada ne siyasetçi hassasiyeti var, ne de duyarlı ve önyargısız bilim adamı yaklaşımı var.
Ne demişti siyasetçimiz; Devrimler, travma etkisi yapmıştır. Attığınız her adım, söylediğiniz her söz, yedikleriniz, içtikleriniz, giydikleriniz vs. Bu kadar çok titiz bir takipteyken ve oraya buraya çekiliyorken, dünyayı bize güldüren bir iddianame ile partiniz kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya iken ne gerek var da kapatılma sürecini hızlandırmakdan başka bir işe yaramayacak konuların tarafı olmaya devam ediyorsunuz.
Gerçi her ne kadar Taha Akyol'un köşesinde yazdığı gibi, devrimler hakkında Demirel ve Ecevit'in yazdıkları yanında travma ifadesi hafif bir teşbih sayılsa da siz söylemeyin, yapmayın bunu. Gerçek gündeminizle meşgul olun lütfen. Ekonomi, Demokrasi ve AB süreci gibi.
Etki ne kadar gereksiz, kışkırtıcı ve istismara açık ise tepki de bir o kadar keskin, tahrip gücü yüksek, rencide eden, incitici ve abartılı.
Peki sonra ne yaşandı. Kılıçlar çekildi, istiklal mahkemeleri kuruldu, infazlar yapıldı, ithamlar çoğaldı ve milli mücadele ruhu! kabardı. Bir bilim adamımız mezuniyet töreninde Atatürk'ün çatıştığı yeşil ordu ile hala çatışıldığını söyleyiverdi. Nedir bu yeşil ordu? Dahası nedir bu yeşil saplantısı? Yeşil ve mavi renkleri insanda huzur, sükunet, tabiat ve tatil gibi kavramlar çağrıştırırken bu yeşil düşmanlığı da neyin nesi?
Türk devletinin tek ordusu var. O da gerektiğinde öldüren ve ölen, ama kıyamete kadar yaşayacak olan Türk Silahlı Kuvvetleri. Bunun dışında nasıl başka bir ordunun varlığından bahsedebiliyorsunuz. Üstelik hayal alemizde var ettiğiniz bu ordu ile Atatürk'ü ve milleti savaştırıyorsunuz.
Şimdi, eğer bu memlekette hala Atatürk'ü tanıyamamış, anlayamamış ve sevememiş insanlarımızın olduğunu söylüyorsanız bu dayatmacı, bu yok edici, bu kavgacı anlayışın hiç mi katkısı yok sizce? Çekilin Atatürk ve Türk milletinin arasından ve millet ecdadıyla kucaklaşsın.
Bugünkü konumuzu, unutmuş olanlara ya da hatırlamak istemeyenlere bilhassa gündemdeki tartışmanın taraflarına Kuva-yı Milliye ruhunu hatırlatarak bitirelim:
Vatanın işgallerden kurtarılması ve milletin bağımsızlığının korunması için, pek çok din adamı önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Onlar, cami kürsülerinde, meydanlarda düzenlenen mitinglerde kurdukları cemiyetlerde, hatta cephelerde halka rehberlik etmişlerdir. Ayrıca bu uğurda hiç çekinmeden mallarını sarfedenler olduğu gibi, bir kısmı da şehit olmuştur. Sayıları çok az olmakla birlikte kimileri de Padişah-Halife tarafını tutup Kuva-yı Millîye"ye karşı çıkmışlardır.
Mustafa Kemal Paşa"nın ifadesiyle pek çok din adamı hakikati halka izah ettiler... doğru yolu gösteren vaaz ve nasihatlerden sonra herkes çalışmaya başladı."
İzmir"in işgalinden sadece dört saat gibi kısa bir süre sonra düzenlediği mitingte; İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması dini bir görevdir diyen Müftü Ahmet Hulusi Efendi"nin etrafında Denizliler hemen birleşmişlerdir.
Bir diğer din adamı Sarayköy Müftüsü Ahmet Şükrü Efendi,düzenlediği mitingde halka, İzmir"in kâfir Yunanlılar tarafından işgal edildiğini, bu kafirlerin bulunduğu yerde namaz kılınamayacağını ve kılınmasının caiz olmadığını bildirerek düşmana karşı konmasını istemiştir.
İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi, İzmir Valisi İzzet Bey"in Yunan işgaline karşı çıkılmaması emri üzerine de:
Vali Bey... bu sakalım kanımla kızarabilir, ama bu alına Yunan alçağını sükûnetle selâmlamış olmanın karasını sürerek Huzur-u ilâhiye çıkamam diye haykırmıştır.
Ve bunun gibi daha yüzlerce örneği kaynak göstererek sıralayabiliriz kıymetli okurlar, ama sanırım maksat hasıl olmuştur..
Sizlere Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kendi ifadeleri ile veda ediyorum:
"Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri Millet kararı diğeri en ağır ve müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkı ile layık görülen Ordunun kahramanlığı." diyen Atatürk, Millî Mücadele'nin en karanlık günlerinde yanında bulunan sadık yakınlarından gazeteci Yunus Nadi Bey'in ''Her kerameti Meclisten beklemek niyetinde miyiz?" diye sorması üzerine, Mustafa Kemal'in verdiği cevap şu olmuştur:
"Ben her kerameti Meclisten bekleyenlerdenim. Bir devreye yetiştik ki onda her iş meşrû olmalıdır. Millet işleri de ancak millî kararlara istinad etmekle, milletin hissiyat-ı umumiyesine tercüman olmakla hâsıldır. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım."
"Tarihimizi tetkik ediniz. Türk"ün çektiği bütün felâketler, maruz kaldığı tehlikeler ve musibetler hep kendi öz benliğini, millî varlığını ihmâl ederek nereden geldikleri ve ne oldukları, hangi nesle mensup bulundukları belirsiz birtakım kimseleri kendilerine reis tanıyarak onların şuursuz bir vasıtası olmak mevkiine düşmüş olmasındandır.
"Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye"nin istikbâline, kendi benliğine, millî an"anelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzûmu öğretilmelidir." (1 Mart 1922 TBMM açış konuşmasından)