Bilindiği üzere “edebiyat” kelimesi Arapça “edeb” kökünden gelmektedir. Bu kelime hem “terbiye”ye işaret etmekte ve hem de meydana getirilecek olan mahsûlün nasıl olması gerektiğini başından belirlemiş olmaktadır. Yâni, san’atkârın elinden çıkacak olan edebî san’at eseri aynı zamanda hem “terbiyevîlik” ve hem de “ahlâkîlik” vasfı taşımış olacaktır. Bu yönü ile “edeb” kelimesi aynı zamanda sözlü ve yazılı dinî tebliğin de bir nevî vazgeçilmezi hüviyetindedir. “Edebiyat” teriminin bir mecburiyet olarak va’zettiği “edebîlik” şartı ile beraber söylenecek sözün veya yazılacak yazının ve kullanılacak dilin mâhiyet ve muhtevâsına uygun hedef daha baştan böylece belirlenmiştir. Yâni tefekkürî bir zeminde önce “usûl”, sonra da “vusûl” olarak yönü belirlenmiş bir minvâl üzerinden gidilerek varılmak istenen asıl hedefe varılmış olunacaktır.
Ne söylenecektir? Niçin söylenecektir ve nasıl söylenecektir?.. Sorularına karşı verilecek cevap; bizce, ne söylenecek ve yazılacak olursa olsun, bir şâir veya yazarın mutlaka içinde yaşadığı milletin edep ve ahlâk ölçülerine uygun şeyler söylemekle yükümlü olduğunu bilmesi lâzımdır. Bize göre bir şâir ve yazarın ne söylediği, niçin söylediği ve nasıl söylediği ile alâkalı husûsların her birinin ayrı ayrı ehemmiyeti vardır. Hazreti Mevlâna’nın (Kaddesallâhü Sırrehû): “Dün, dündü geçti gitti can cağızım; şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.” Deyişinde söylenecek şey için, eskiye âit her şeyin bırakılacağı, atılacağı veya terk edileceği mânâsı çıkarılmamalıdır. Söylenecek şey her neyse, san’atkâr için geleneğe bağlı kalınarak daha güzeline ulaşma çabası, gayreti esas hedef olmalıdır. Bütün edebiyatımız boyunca da aşağı yukarı yapılan bundan ibarettir. Gerisi edebîlik vasfının öteki unsurlarıyla alâkalı husûslardır. Şiir, hikâye, nesir.. ilh. Arkasından mevzu, şekil, biçim, tarz, üslûp, hâyal, fikir, his, heyecân, güzellik ve en önemlisi de “yalnız Hak ve Hakîkati” soluyan onun sırlarla örülü esrâr perdeli zinciri gelecektir. Eğer bu san’at eseri şiir ise; şâirin kabiliyeti ölçüsünde, ilhâm kaynaklı cevheriyle mütenâsip bir şekilde şiirin ana yapısına uygun dış ve iç âhenk nizâmı kurulmuş ve nihâyet nazım birimi, kafiye, redif.. gibi san’atkârın hünerine binâen mâhirâne dehâsı şiirinde yer almış olacaktır.
Edebiyat’ta olduğu gibi diğer san’at dallarında da san’atkârların kendilerine mahsus birer tefekkür anlayışları ve san’at telâkkileri vardır. Meselâ, Mimâride ve Mimarlık San’atında Mimar Sinan tefekkür anlayışı ve san’at telâkkisi bakımından aşılamaz bir zirve olmuştur. Hat San’atında Mustafa Râkım Efendi, K(ı)lâsik Türk Mûsikisi Bestekârlığında Mustafa Itrî Efendi, Minyatür San’atında Levnî, Ebru San’atında Hazanfer Necmeddin Efendi keza böyledir.
Bizim bu makalemizde esâs üzerinde duracağımız şey; kadîm Türkçesi dünya edebiyatları içerisinde üstün ve müstesnâ bir yere sahip olduğu büyük edebiyat bilginleri tarafından kesin şekilde ortaya konularak ifâde edilmiş olan Türk Edebiyatı’nın; bunca asırlık geçmişine ve ortaya koyduğu göz kamaştırıcı eserlerine rağmen; (-sanki dilimizde karşılığı yokmuş, ne söylediğinden ve yazdığından habersiz bir milletmişiz gibi telâkki edilişimiz dolayısıyla da Batı dillerinden mülhem olarak dilimize ısrarla yerleştirilmek istenilen kelimelerden biri olan-) “poetika” kelimesine mahkûm edilmek tâlihsizliğimiz hakkında olacaktır.
Bizim dün İskenderiye, Atina ve Roma mekteplerine ihtiyacımızın olmadığı gibi bugün de yoktur. Türk-İslâm âlimlerimiz, bu bozuk mekteplerin bozuk hezeyânlarını düzeltmek için asırlarca mesâî harcamışlardır. Mîlâd öncesinde geliştirilmiş bir takım kavramları alıp bugüne taşımanın ve bunları ilim adına olduğu gibi kullanmanın hiçbir mânâsı yoktur. Bizim, İslâm öncesi Göktürk Kitâbeleri’nde (Orhun Âbideleri’nde) vaz’ettiğimiz, insan ve kâinât merkezli yüksek telâkkimize, Batı düşüncesi bugün dahi yaklaşmış değildir. Kaldı ki Batı’nın, bizim İslâmiyet sonrası eriştiğimiz edebî hikmet derinlikli ve kelâm-ı kibâr incelikli “edebî tefekkür” anlayışımız ile kâinât çaplı san’atımızın hakîkatini kavrayabilmesi ise hiç mümkün değildir. Bu yüzden onun kurduğu medeniyet saldırgandır. Batı, bütün târihi boyunca elde ettiği ilmî bilgi birikimini hep bir zorbalık aracı olarak kullanmıştır. Aynı Batı, İslâm Şark’ın “aşk ahlâkı”na sahip olmadığı için de insanın gönül dünyasına girememiş ve gönüllerden uzak düşmüştür.
Taklitçi zihniyetin ilk mümessili olan bizim Tanzimat münevverimiz ise, Batı’nın Frenkçe kelimelerini yazılarında olduğu gibi almış ve kullanmıştır. Cumhuriyet devrinde ve günümüzde halen daha bu yolda hareket eden hatırı sayılır sayıda yazara rastlamak mümkündür. Bunlar batı dillerinden kelime almayı “Batılılaşma”nın âdeta bir ön şartı gibi telâkki etmişlerdir. “Cenosit, cultura, devalüasyon, fonksiyon, koordinasyon, kuzen..” gibi sayısız kelimeyi metin içlerinde şuûrlu bir şekilde kullanmış ve böylelikle düşünce dünyamızın değiştirilmesini hedeflemişlerdir. Çünkü bunlar bilmektedirler ki, bir milletin düşünce yapısı, onun kullandığı dil ile şekillenir. O’nun rûhuna giydirilen “remizler” şahsiyet ve karakterine tesîr eder. Bir zaman sonra dünyayı, olup biten hadiseleri “Batılı gözlüğü” ile görür, duygu ve düşüncelerini o istikamette şekillendirir. İşte memleketimizde “mankurtlaştırılmış” bir tip olarak zaman zaman ortaya çıkmış olan böyleleri, yabancılar hesabına ve kendi milleti aleyhine hizmet eden gönüllü birer “misyoner” olup çıkmışlardır.
Bundan başka bir de “uydurukça” illeti ile de dilimizi tamamen tabiî tarihî mecrâsından çıkarıp ölü dil hâline getirmek için çırpınan içimizdeki gönüllü yıkıcı, bölücü, bozguncu ve dil suikastçısı zavallılar vardır. Bunlar da milletimizin İslâm dini ile bağını kesmek için Arapça ve Farsça menşeli hemen her kelimeye harp ilânı ile meşguldürler. Meselâ: “medeniyet” kelimesi, Medîne’yi ve dolayısıyla da Peygamber Efendimizi (Sellallahü Aleyhi Vesellem) hatırlatıyor değil mi? Öyleyse bu kelime onlara göre derhal atılmalı, yerine “uygarlık” kelimesi gibi bir ucube uydurulmalıdır. Aynı şekilde “kuzen” kelimesiyle milletimizin hiçbir şekilde maddî ve mânevî yakınlığı olmadığı hâlde H(ı)ristiyanlık kültürünün bir parçası olan bu ve benzeri kelimelerin husûsen yerleştirilmeye çalışılmasında iyi niyetten eser yoktur. Burada misâl olarak ele aldığımız “poetika” ve “kuzen” kelimeleri; toptancı yaklaşımı ifâde eden sığ, kısır ve donuk kelimelerdir. Bu kelimeler; bizim rûh yapımıza, bedîî zevkimize, fikir, his ve düşünce dünyamıza yabancıdırlar. Bu yüzden bizi ifâde etmekten son derece uzaktırlar. Meselâ: “-algı, algısal, anı, anımsamak, bedensel, belgesel, betim, betimlemek, bilimsel, bilinçsel, bilişsel, birey, bireysel, çağcıl, çıkarım, çıkarımsal, çıkarsama, devinimsel, devrim, devrimsel, dingin, dizsel, duyumsal, düzlemsel, eğitimsel, eğitmen, ekol, eksantrik, emperyal, emperyalist, evrensel, evrim, eytişim, eytişimsel, finans, finanlsal, folklor, fon, fonksiyon, fonksiyonel, gereksinim, gizem, gönenç, görsel, gözsel, hipotenüs, hipotez, içselleştirmek, iletişimsel, imge, imgesel, ironi, izlence, kamusal, kanki, kanıksamak, kavramsal, kinki konfedarasyon, konuşlanmak, konuşlandırmak, korperasyon, kroniksel, koşul, koşulsal, kuram, kuramsal, kurumsal, kutsal, kuzen, küresel, marjinal, materyalist, mistisizm, misyon, nedensel, nesnel, nihilist, onur, operasyon, öneri, örgüt, örgütsel, örnek, örovizyon, özgün, özgür, özgürlük, özgürsel, özgüven, öznel, özsel, özümsel, paranoyak, pardon, poetika, politika, pratik, rakamsal, röportaj, ruhsal, sanatsal, saptamak, semantik, sempozyum, sexsion, simge, sinerji, siyasal, sorun, sorunsal, söylence, söyleşi, süreç, süreçsel, şowrom, tasarımsal, teorem, teori, teorik, tematik, tinsel, tiyatro, ulus, ulusal, ussal, uzamsal, vetire, vizyon, yadsıma, yanıt, yapıt, yapıtsal, yaşam, yaşamsal, yazın, yazınsal, yazıt, yazman, yöneylem, yöneylemsel, yönetmen, yönetsel, zihinsel,..-” kelimeleri bunlardan bazılarıdır.
Hakîkî bir şâirden bahsedildiği zaman onun şiir anlayışı, üslûp tarzı, bediî san’at telâkkisi, şiirini meydana getiren usûl ve esâslar ile şiire dâir her şey akla gelmelidir. Bütün bunlar ancak ve ancak; ilhâm kaynaklı cevherin duyuş ve seziş kabiliyeti yüksek, insan gönlüne ve idrâkine hitap eden; her dâim canlılığı, devamlılığı, hareketliliği kendi içerisinde barındıran “tefekkür” kelimesi ile izâh ve ifâde edilebilir.
Türkiye’de “poetika” kelimesinin, Üstâd Necip Fazıl Kısakürek tarafından kullanılmasından sonra özellikle akademik çevrelerde bu kelimeye karşı âlâkanın giderek arttığı görülmektedir. Üstâd bu kelimeyi gerek Büyük Doğu Dergisi’nin muhtelif sayılarında ve şiir üzerine yazdıkları yazılarında ve gerekse “Çile” adlı eserinde kullanmıştır. Halbuki bize göre Üstâd bu kelimeyi alay maksadıyla kullanmıştır. Yâni Üstâd: “Demek ki, ben, sadece şiir dokumakla kalmıyorum; Frenkçeden Türkçeleştirilmiş tabiriyle (poetika) mı, şiir sanatı üzerindeki fikirlerimi de örgüleştiriyorum.”(1) Demek suretiyle hem Batılılarla, hem de başta Bab-ı Âli olmak üzere aydın geçinenlerle dalgasını geçmiştir. Üstâd bu tavrıyla “şiir ‘poetikası’ öyle olmaz böyle olur” dercesine, gelenekten kopuk “bilmem neci san’at” çevrelerine âdetâ bir nevî ders vermiş ve meydan okumuştur. Üstâd Necip Fazıl ki, “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” adlı şâheseriyle, bütün Batı’nın halet-i ruhîyesini en ince teferruatına kadar incelemiş, tahlil etmiş ve onun sahip olduğu medeniyetin ipini pazara çekmiş bir mütefekkirimizdir.
Biz bu makalemizde, daha çok şiir san’atı için kullanılmakta olan “poetika” kelimesi yerine, ondan daha geniş mânâya gelen ve her şeyi ile bizim olan “tefekkür” kelimesini kullanacağız(Bkz.Ahmet Şahin, Hakikate Erdirici Şiir Yâhud Şiirle Tefekkür, Berceste Dergisi, Temmuz 2011 Sayı 109; s. 30-33). “Her şeyi ile bizim olan” diyoruz, zira Arapça menşeli olan bu kelime bizim ecdâdımızın İslâmiyet’i kabul etmesi ile beraber en az 1300 seneden beri bizim olmuş ve Türkçeleşmiştir. İslâm dinini kabul ederek şereflenen milletimiz, elbette bu yeni dinin bünyesindeki dil, târih, kültür ve edebiyatın bütünüyle içerisine girecekti ve girmiştir. Zaten böyle bir durum bir millet için en tabiî olan bir husûstur. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Bu satırların yazarı olarak biz, çok tabiî olan bu durumu bir bercestemizde, “Alâmet-i Fârikası” başlıklı şu beytimiz ile şiirleştirmiş bulunuyoruz:
Arapça, Farsça kelimem kelâmımın bir parçası
Güzel Türkçe’m, Lisânım’ın alâmet-i fârikası
(2003)
Arapça ve farsça kelimeler dilimize zenginlik katmış, eş mânâlı kelime sayısını arttırmıştır. Bu kelimeler Türk dilinin târihî seyri içerisindeki engin zerâfetiyle ve tefekkürî zemininde yoğurularak Tükçeleşmişlerdir. K(ı)lâsik Türk (Divân) Edebiyatı’nın büyük âlimi Ali Nihad Tarlan, “Edebiyat Meseleleri” adlı eserinde bu husûsu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak tarzda ve şu şekilde ifâde etmiştir:
“…Türk dili, Arabça ve Farsçadan çok kelime almıştır. Fakat bunları sadece malzeme olarak almış ve kendi millî dehâsının tefekkür ve ifâde sistemi olan grameri içine yerleştirmiştir. Cümle şekli ve fiiller mekanizması tamamen Türk dehâsına uygundur…”(2)
Bu münâsebetle biz burada Türk Edebî Tefekkürü’nün Türk Edebiyatı içerisindeki seyrini ele alacak ve bu alanın büyük üstâdlarının ifâdeleriyle mevzûyu kısaca ortaya koymaya çalışacağız.
Tefekkür kelimesi kısaca akletme, fikretme, düşünme, düşünülme, zihin yorma, mânâlarına gelmektedir. Bir edebiyat eserinin ortaya konulması, meydana getirilmesi için onun önce zihinde hayâl edilmesi, akledilmesi, düşünülmesi tasarlanması ve nihâyet eser olarak meydana getirilmesi lâzımdır. Bir akıl ürünü olan hayâl, aynen akıl nimeti gibi Allah’ın (Azze ve Celle) biz kullarına lütfettiği en büyük bağıştır. “Hayâl kurmak” suretiyle, mücerret (elle tutulup gözle görülemeyen) veya müşahhas (elle tutulup gözle görülebilen) mevcût nesneler ve varlıklar üzerinden tefekküre çıkarak; her hâl-û kârda “Mutlak Hakîkata” ancak ve ancak teslim olmuş bir selîm akılla varılabilinir. İşte bu akıl bize göre tefekkür zemini sağlam “hakîkate erdirici” bir akıldır.
Edebî Tefekkür
Demek ki, şâir ve yazarların, edebî eserlerini (şiir, makale, hikâye, hatırat, roman..vb.) yazarken bağlı oldukları bazı kâide ve kurallar, o şâir ve yazarın edebî tefekkürünü meydana getirmektedir. Dolayısıyla her şâir ve yazarın Türk dilini kullanmadaki kaabiliyeti nispetinde bir tefekkür anlayış ve kavrayışı vardır. Bu aynı zamanda o şâir ve yazarın edebî san’at anlayışının da bir göstergesidir.
Türkçe En Eski (Kadîm) Bir Dil
Türk Dili ve Edebiyatı’nın dünya çapındaki büyük âlimi Mehmed Fuad Köprülü: “Yeryüzündeki medenî lisanlar arasında, edebiyatının tarihi şimdiye kadar en meçhul kalan, Türkçe’dir. Eskilik itibarıyla Avrupa edebiyatlarının çoğundan evvel olan, kapladığı sahanın büyüklüğü bakımından siyasî ve medenî ayrılıklara, maruz kalarak birtakım lehçe farklarına uğrayan, aradaki medenî ve edebî bağları kaybetmemekle beraber, ekseriya birbirinden müstakil bir hayat tekâmülü takip eden Türk Edebiyatı, bu güne kadar layık olduğu ehemmiyetle tetkik edilememiştir…”(3) demek suretiyle; Türkçe’nin tarihîlik bakımından Batı dillerinden çok daha eskilere dayandığını ve bu müstesnâ Türk Dili ve Edebiyatı’nın hâlen daha araştırılmaya muhtaç bulunduğunu ifâde etmiştir.
Yine Fuad Köprülü, “Türkçenin Eskiliği” ile alâkalı olarak: “Lisanı içtimaî bir verim sayan âlimlere göre, herhangi bir ‘lisânî birlik’ eski bir ‘siyasî birliğin’ içtimaî mahsulüdür. Bu bakış noktasından hareket edilirse, bu gün birçok lehçelere ayrılmış olmakla beraber ‘Türkçe’ adı altında toplanan lisanın, eski bir Türk siyasî heyetinden doğduğuna hükmedebiliriz...”(4) diyerek; Türk dilinin teşekkül seyrine dikkat çekmiştir.
Türk Dili Tarihi’nin dünyaca meşhur bir başka büyük âlimi Ahmet Caferoğlu: “Tarihte diğer milletlere nasip olmayan, geniş, varlıklı ve ömürlü Türk siyasî birlikleri, şüphe yoktur ki, devletçilik hayatlarında, birbirinden farklı medeniyetlerle temasa gelmiş ve bu yüzden, her daim üstünleşmek ülküsünü güden Türk şiveleri de, muhtelif yabancı dillerden, şivelerden kelime ödünç almaktan çekinmemiştir…”(5) ifâdesiyle Türkçenin kendi kendisini koruma kudretini ortaya koymuştur.
Ayrıca Ahmet Caferoğlu; Türk Edebiyatı’nın ve Türk Dili’nin inkişâfında Türk milletinin kendilerine çok şey borçlu olduğu Kaşgarlı Mahmud, Ali Şir Nevâî ve Yusuf Has-Hacib gibi dehâlar hakkında: “Üçü de millî dil ve onun ürünü sayılan Türk edebiyatının kurucularındandır.”(6) demek suretiyle bu büyük dilcilerin haklarını teslim etmiştir.
K(ı)lasik Türk Edebiyatı’nın büyük Türkiyat âlimi Reşid Rahmeti Arat: “Türk milletinin fikir hayatı ile olduğu kadar, onun safiyet ve musiki duygusu ile de yakından ilgili bulunan Türk şiiri; başlangıcından bugüne kadar, şüphesiz, bir çok inkişâf merhaleleri geçirmiştir. Bu inkişafta Türk muhitinin kendi içerisindeki oluşlar yanında, onun temasta bulunduğu diğer kültür muhitlerinin de hissesi bulunması tarihinin beşeriyetin vücûda getirmiş olduğu müşterek medeniyetin şu veya bu bölümüne her millet, az veya çok miktarda, kendi ibdâ ve icad kudretinden de bir şeyler eklemiş bulunduğu gibi, başkalarının vücûda getirdiği kıymetlerden de istifâde etmiştir. Bu müşterek hayâlin tamamen dışında kalan bir cemiyet tasavvur edilemez. Burada mühim olan cihet, bu karşılıklı tesirlerin ilim ışığı altında aydınlatılması ve her milletin iştirâk etmiş olduğu sâhalardaki faaliyeti ile onun icad kudretinin tebârüz ettirilmesi ve böylelikle bunun bugünkü ve yarınki faaliyetlerine destek olmasının sağlanmasıdır.
Bugün beşeriyetin elde etmiş olduğu maddî ve manevî varlıklar tek başına hiç bir millete mal edilemediği gibi, bu müşterek kıymetlere kendisinden hiç bir şey eklememiş olan bir millet de tasavvur edilemez…
Efsânevî varlıklar içinde, milletlerin en asîl hazinelerini içine alan ve malzemesinin âidiyetiyle hiç bir tereddüde yer bulunmayan faaliyet sâhalarından birini edebiyat teşkil eder. Bunun, dilden başka, duygu ve âhenk dalgaları ile de bağlı olanı şiirdir. Türk şiirinin inkişâfı ile ilgilenenler bunu, kesiksiz bir şekilde, XI. asırda kaleme alınmış olan Kutadgu Bilig ile aynı asırda tesbit edilen Mahmud Kâşgarî’deki şiir nümûnelerine kadar tâkip edebilirler…”(7) diyerek; Türk Şiiri’nin asırlar içerisindeki inkişâfını ortaya koymuştur.
Eski Türk Edebiyatı’nın yıldız isimlerinden Ali Fehmi Karamanlıoğlu da: “Kendisi de gençliğinde farsça şiirle yazan, büyük Türk şairi Ali Şir Nevâi, ana dil şuuruna erişip, Türkçenin zenginliklerini fark edince; bu bakımdan Türkçe ile Farsçayı karşılaştıran ve dilimizi üstün tutan eseri Muhakemetü’l-lugateyn, adlı eserini de yazmak gereğini duymuştur. Nevâi eserinde ‘Türkçenin kelime hazinesi bakımından Farsçadan çok daha zengin olduğunu, gençlerin beceriksizlik yüzünden Farsçaya meylettiklerini söyleyerek Türkçenin zenginliğine örnekler vermektedir. Ancak Türkçeyi güzel tertip etmenin güçlüğü yüzünden acemi şairlerin işin kolayına kaçtıklarını, kendisinin de gençliğinde bu usûle uyduğunu, fakat durumu anlayınca güçlükleri yenmek için Türkçeye döndüğünü, işte o zaman önünde on sekiz bin âlemden daha geniş bir âlem belirdiğini, yabancı eli değmemiş bir gül bahçesine rastladığını, fakat bu hazineyi bekleyen ejderlerin kan dökücü, dikenlerin sayısız olduğunu, onun için daha öncekilerin korkup, bu bahçeye giremediklerini anladığını, ama kendisinin bu güzel âlemi bırakıp gitmediğini, onun hazinesinden sayısız inci ve mücevher topladığını, bahçesinden sonsuz gül ve yaseminler kopardığını, bu kadar varlığa ulaşınca tabiatında güller açmağa ve âleme yayılmağa başladığını’ anlatır.”(8) demek suretiyle, Ali Şir Nevâî’nin ağzından Türkçenin “onsekiz bin âlemden daha geniş bir âlemi” kucaklayan bir dil olduğunu ifâde etmiştir.
K(ı)lasik Türk (Divân) Edebiyatı’nın Metinler Şerhi sahasının büyük âlimi Ali Nihad Tarlan ise: “Dîvân edebiyatımız, medeniyet âlemine büyük bir iftiharla sunabileceğimiz bir sanat mahsulüdür. Onun için de insan zekâsı, kendi yolunda varabileceği son merhaleye varmıştır denebilir…”(9) ifâdesiyle, Türk Dili’nin dolayısıyla Türkçenin ulaşmış bulunduğu en mütekâmil seviyeyi işaretle mühürleştirmiştir.
İslâm Öncesi İlk Devir Şiirleri
Hiç şüphesiz, edebiyatta şiir dili bir üst tefekkür dilidir. Şâirlerin tefekkürî sanat anlayışları umûmiyetle bu üst dil ile ifâde edile gelmiştir. Türk Dili; ilim, kütür ve medeniyet dili olmasının yanı sıra, aynı zamanda ta başlangıç devirlerinden itibaren coşkun ırmaklar gibi akıp gelen mükemmel bir “ş i i r d i l i”dir. Meselâ Bilge Kağan’ın: “Nice nice sözüm olsa bengü taşa vurdum… Bengü taş diktirdim, gönüldeki sözümü vurdurdum”(10) dediği ve Kitâbe’ye kazıttığını söylediği ve ebedîlik kavramını vurgulayan bu cümleleri ne kadar güzeldir. Kitâbeleri yazan ve Bilge Kağan’nın yeğeni olduğu anlaşılan Göktürk Şehzadesi Yolluğ Tigin’in ifâdeleri de keza mükemmeldir:
"Bunca yazıyı yazan
(ben) Kül Tigin yeğeni
Yolluğ Tigin yazdım
yirmi gün oturup
bu taşa bu duvara hep
Yolluğ Tigin yazdım"(11)
Efrâsiyâb olarak bilinen ve Tûran hükümdarı olduğu kabul edilen Alp-Er Tunga’nın öldürülüşünü anlatan şiir ise gönül parçalayıcıdır. Bu şiir, o devrin derin acısını bugün bile bize hissettirmektedir:
“Yiğit Er-Tonga öldü mü
Fena dünya kaldı mı
Zaman öcünü aldı mı
Şimdi yürek parçalanır.”(12)
İslâmiyet öncesi ölüm gerçeğini ifâde eden “Kara-Atlı Han” adlı Bir Altay Masalı’nda, oldukça ileri seviyeye ulaşmış bir tefekkür olgunluğu görülmektedir:
“- Eğer istemez isen, kendine kara ölüm,
Git düşmanın evine, düşmana ara ölüm!
Eğer korkup diyorsan, gelmesin bana ölüm,
Düşmana varmadan da, yetişir sana ölüm!”(13)
Oğuz Kağan Destân’ında geçen ve Oğuz Kağan’ın beylere verdiği ziyafette sarf etmiş olduğu bilgece sözler adetâ bütün Türk tarihinin kader mâcerâsını ta’yîn eden bir direktif niteliğindedir. Sözlerdeki hikmet derinliği, yüksek tefekkür anlayışı, Türk milletinin kâinât kavramı telâkkisi, hitabetteki şiir güzelliği benzersizdir:
“Ben sizlere oldum kağan:
Alalım yay ve de kalkan,
Damga bize olsun buyan,
Gök Börü de olsun uran.
Demir mızraklar bol orman,
Avlakta yürüsün kulan;
Daha deniz, daha müren,
Gün tuğ olsun, gök kurıgan!”(14)
İslâmî Devir Şiirleri
Batı düşüncesi bizim Dede Korkut’taki yüksek tefekkür telâkkimizi anlayamaz. İşte “şiir dili“ Türkçemizin güzelliğine en güzel misâl:
“…Dedem korkut geldi, kopuz çaldı, şadılık eyledi. Boy boyladı, soy soyladı. Gazi erenlerin başına ne geldiğini söyledi. Bu Oğuzname Beyrek’in olsun, dedi.
Ne dedi?:
Hani övdüğüm bey erenler?
Dünya benim diyenler?
Ecel aldı, yer gizledi,
Fâni dünya kime kaldı?
Gelimli gidimli dünya,
Sonucu ölümlü dünya!
Yol vereyim hânım: Yerli Karadağların yıkılmasın! Gölgelice kaba ağacın kesilmesin! Ak sakallı baban yeri uçmak olsun! Ak pürçekli anan yeri cennet olsun! Oğul ile kardaştan ayırmasın! Son vaktında arı imandan, Kur’ândan ayırmasın! Amin deyenler,.. derlesin toplasın, günahlarınızı adı görklü Muhammed Mustafa (Sellallahü Aleyhi Vesellem) yüzü suyuna bağışlasın!”(15)
Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig” adlı eserindeki devlet adamlarına yaptığı öğütleri her bakımdan bir şaheserdir. Kutadgu Bilig aynı zamanda Türk şiirinin İslâmî devrinin ilk mükemmel mahsüllerindendir. “Meşrik Meliki” ve “Maçinler” beyi ileri gelenlerinin vasıflarını anlatan aşağıdaki şiir, bir bakıma Türk şiirinin istikametini tayin eder niteliktedir:
“Bu meşrik meliki, Maçinler beyi
Bilgili, akıllı, dünya ileri gelenleri”(16)
Hazreti Pîri Türkistan Hoca Ahmed-î Yesevî (Kaddesallâhü Sırrehû), Dinî Tasavvufî Edebiyatın kurucusu olmuştur. “Hikmet” adlı şiirleri irşâd hizmetlerinin çok geniş bir sahaya yayılmasını sağlamıştır. O’nun şiirleri sayesinde Türk şiiri, ilâhî aşkın en mütekâmil muhabbetli tefekkür nümûneleriyle tanışmıştır:
“Gözüm düştü, gönlüm uçtu, Arş’a aştı;
ömrüm geçti, nefsim kaçtı, bahrım taştı;
kervan göçtü, menzil aştı, yorgun düştü;
sır ulaştı, nasıl olacak halim benim?” (17)
Hazreti Mevlânâ (Kıddıse Sırrıh) Mesnevî’sinde: “Kâinatın seyri aşk sarhoşluğuyla Allah’ı arama seferberliğidir”(18) buyurmuştur. Hazrerti Mevlânâ’nın (Kaddesallâhü Sırrehû) sohbet halkasında bulunmak şerefine nail olan Yunus Emre (Kaddesallâhü Sırrehû) de bu “aşk sarhoşluğundan” nasibini almış bahtiyarlardandır. İslâmî ve Dinî Tasavvufî Edebiyat tarihimizin tartışmasız en büyük zirvesi Yunus Emre’(Kaddesallâhü Sırrehû) dir. Şiirlerinde Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri’nin (Kaddesallâhü Sırrehû) apaçık tesîrleri görülen Yunus Emre’(Kaddesallâhü Sırrehû)nin; engin tefekkür derinliğine, sahip olduğu Türkçesinin kudretine, Türk şairleri arasından hiç kimse ulaşamamıştır:
“On sekiz bin âlem halkı cümlesi bir içinde
Kimse yok birden ayrı söyleyen dil içinde
Cümle bir anı birler cümle ana giderler
Cümle dil anı söyler her bir menzil içinde
Cümle göz anı gözler kimse yok nişan virür
Gören kim, görünen kim kaldı müşkil içinde
Kimseden ayrı görme her biriyle bile gör
Cümle âlem doludur bahr ile berr içinde”(19)
Türk Edebiyatı’ndan ve “edebî tefekkür”den dem vururken, Hazreti Süleyman Çelebi’den (Kaddesallâhü Sırrehû) bahsetmemek olur mu? O, bize âlemlerin yaratılış sebebi olan, İki Cihân Serveri Hâtemü’l Enbiyâ Hazreti Resûlullah (Sellallahü Aleyhi Vesellem) Efendimiz’i sevdiren göz bebeğimiz, gönül mektebimizin sahibi ve milletimizin mânevî irşâd edicisidir. Mutlak aşka ancak Resûlullah (Sellallahü Aleyhi Vesellem) sevgi ve muhabbetiyle vâsıl olunabilinir. Hiçbir şiir Mevlid-i Şerîf kadar okunmamış, onun kadar sevilmemiştir. Bu bakımdan bize göre Mevlid-i Şerîf Türk Edebiyatı’nın en büyük şaheseridir:
“Ey Hüdâ’dan lütf-i ihsân isteyen
Mevlid-i pâk-i Resûlullah’a gel
Cennet içre huri gılmân isteyen
Mevlid-i pâk-i Resûlullah’a gel”(20)
...
“Gel beri ey aşk oduna yanıcı
Kendüyi maşûka âşık sanıcı
Dinle gel miracın ol şahın ayân
Âşık isen aşk oduna durma yan”(21)
Ali Şir Nevâyî, Ali Nihad Tarlan’ın ifâdesiyle: “Türk faziletinin erişilmez bir şahikası, Türk edebiyatının muazzam bir âbidesi, Türk milliyet perverliğinin şuurlu bir önderi…”(22)dir. Ali Şir Nevâyî, bütün divân edebiyatımızın hem kurucularından ve hem de istisnasız en büyüklerindendir. İşte bu büyük Türk şairinin; baharın gelişiyle güllerin ve çiçeklerin açılmış olmasına rağmen, gönlünün bunlara meyilli olmadığını, zira gönül çiçeğinin henüz açılmadığını ifâde eden gazelinden şâhane bir beyit:
“Bahar boldı-vü-gül meyli kılmadı könğlüm
Açıldı gonca ve likin açılmadı könğlüm”(23)
Ali Şir Nevâyî’ye çok şey borçlu olan bizim Dîvân edebiyatımızın kutup yıldızı mesabesindeki Fuzûlî de bir gazelinin giriş beytinde; Hazreti Mevlânâ’nın bahsettiği “aşk sarhoşluğundan”, aşıkların arzusu istikametinde, yani “cân” ile “cânân”a duyulan aşk ve muhabbet tercihlerine göre kendilerine birer pay düştüğünü, büyük bir tefekkür iştihâsı ve derunî bir incelik hüneri ile çok güzel şiirleştirmiştir:
“Cânı kim cânânı için sevse cânânın sever
Cânı için kim ki cânânın sever cânın sever”(24)
Dîvân şiirimizin son büyük üstâdı Şeyh Galib aşağıdaki beytinde; cân mumunun alevinin “Gök Kubbe” denen fânûsa sığmayacağını; yani ki kalplerin, Allah’ın (Azze ve Celle) evi olduğunu; bu sebeple âlemlere sığmayan Allah’ın (Celle Celalühü) insanın kalbine sığabileceğini, dolayısıyla böyle bir kalbin de keza yere göğe sığmayacağını yüksek tefekkürüyle bakınız ne kadar güzel ifâde etmiştir:
“Bir şu’lesi var ki şem’-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsümânın”(25)
Netice-i Kelâm
Görüldüğü üzere Türk Edebiyatı’nda Edebî Tefekkür Anlayışı başlangıçtan itibaren hep var olmuştur. Türk şâir ve yazarları kelâm-ı kibar sırlı inci ve cevher mazruflu sözlerini saçıp, geçip gitmişler; bunların dedikodusunu yapmamışlardır. Türk Edebî Tefekkürü, Türk dehâsının bir ürünü olan Türkçenin, asırlar içerisinde işlene işlene dünyanın en mükemmel dil ve edebiyatını meydana getirmiştir. Öyle inanıyoruz ki, aziz Türkçemiz bundan sonra da, hakîkatli şâir ve yazarlarının elinde kıyamete kadar inci ve cevher saçmaya devam edecektir. Makalemizi Türk Edebiyatı’nın “Sultânü’ş Şuarâ”sı Üstâd Necip Fazıl Kısakürek’in edebî tefekkürü işaret eden “hakîkate erdirici şiiri”nden bir beyit ile bitirelim:
“Anladım işi, sanat, Allahı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…”(26)
_______________________________________________________________________________________________________________________________________
DİP NOTLAR
([1]) Necip Fazıl Kısakürek, Çile (Poetika) s.10, 470; Büyük Doğu Yayınları, 64. Basım Ağustos-2008-
İstanbul
(2) Prof.Dr.Ali Nihad Tarlan, Edebiyat Meseleleri (Dîvân Edebiyatı; s.82,83; Ötüken Neşriyat A.Ş.Yayın
Nu: 169, Kültür Serisi: 35; İstanbul-1981)
(3) Ord.Prof.Dr.M.Fuad Köprülü, (Yayına Hazırlayan Dr.Orhan F.Köprülü) Türk Edebiyatı Tarihi
(Edebiyat Tarihimizin Meçhullüğü ve Bunun Sebepleri); Akçağ Yayınları 483, Kaynak Eserler 147;
s.30; 6.Baskı, Ankara-2004
(4) Ord.Prof.Dr.M.Fuad Köprülü, (Yayına Hazırlayan Dr.Orhan F.Köprülü) Türk Edebiyatı Tarihi
(Türkçenin Eskiliği); Akçağ Yayınları 483, Kaynak Eserler 147; s.51; 6.Baskı, Ankara-2004
(5) A. Caferoğlu, Türk Dili Tarihi I, Enderun Yayınları: 17; 3. Baskı, s.2,3 İstanbul-1964
(6) A. Caferoğlu, Türk Dili Tarihi II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No.1072’den
genişletilmiş 2. Baskı, (Ön Söz) s.VII; Edebiyat Fakültesi Basımevi İstanbul-1972
(7) Reşid Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri; s. X; Birinci baskı : 1965, İkinci baskı : 1986, Üçüncü baskı:
Atatürk Kültür, Dil Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara-1991
(8) Ali Fehmi Karamanlıoğlu Türk Dili, s.69, 70; Dergah Yayınları: 52 Eğitim Dizisi:1 Birici Baskı, İkinci
Baskı; İstanbul-1972
(9) Prof.Dr.Ali Nihad Tarlan, A.g.e. s. 82
(10) Prof.Dr.Ahmet Bican Ercilasun, Güzel Yazılar Oğuz’dan Bugüne; SUNUŞ DİLİN TADI s. XV;
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları Ankara-1996
(11) Prof.Dr.Talât Tekin, İSLÂM ÖNCESI TÜk ŞİİRİ s.1; Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı C.LI, S.409,
Ocak 1986
(12) A. Caferoğlu, Türk Dili Tarihi II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No.1072’den
genişletilmiş 2. Baskı, OĞUZ TÜRKÇESİ (KAŞGARLI’DAN ÖRNEKLER / I. ALP ERTONGA
MERSİYESİ [I,41]) s.44; Edebiyat Fakültesi Basımevi İstanbul-1972
(13) Prof.Dr.Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Altay-Türk Masallarından Örnekler; c. 1. s.315; Selçuklu
Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara 26 Ağustos 1971
(14 ) Prof.Dr.Talât Tekin, Karahanlı Dönemi Türk Şiiri; Türk Dili, s.102
(15) Güzel Yazılar Oğuz’dan Bugüne; Dede Korkut,tan (KAMBÜREBEY-OĞLU BAMSI BEYREK1)
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları s.38; Ankara-1996
(16) A. Caferoğlu, A.g.e.(KUTADGU BİLİG’İN ŞİİR YAPISI /ALİTTERASYON [B 12]); s.69
(17) Güzel Yazılar Oğuz’dan Bugüne; Ahmed Yesevî, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Türk Dil Kurumu Yayınları s.136; Ankara-1996
(18) Yrd.Doç.Dr.Mustafa Yıldırım, Türk İslâm Estetiği’nin Temel Referansları( Rumî Mevlânâ
Celâleddin, Mesnevî, Çev.: Veled İzbudak-Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı yayınları,
Ankara, 1990) ; Yeni Türkiye Türkoloji ve Türk Tarihi Araştırmaları Özel Sayısı IV; Düşünce ,Bilim,
Sanat; Temmuz-Ağustos Yıl 8 sayı: 46 ; s. 24; Ankara, 2002
(19) Güzel Yazılar Oğuz’dan Bugüne; Yunus Emre, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk
Dil Kurumu Yayınları s.137; Ankara-1996
(20) Hazırlayan Adem Sertel, Mevlidi Şerif İlahiler ve Sohbetler s.21, Şadırvan Gönül deryası Dizisi:1
Semerkand Basım Yayım Dağıtım A.Ş. 5.Baskı. Temmuz 2011 İstanbul
(21) Adem Sertel, A.g.e s. 36, (Mİ’RAC-I HAZRET-İ PEYGAMBER)
(22) Prof.Dr.Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler, (ALİ ŞİR NEVÂYÎ) A.g.e. s.149
(23) Prof.Dr.Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler, (ALİ ŞİR NEVÂYÎ) s.146. Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları Ankara 1990
(24) Güzel Yazılar Oğuz’dan Bugüne; Fuzûlî, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil
Kurumu Yayınları s.159; Ankara-1996
(25) Güzel Yazılar Oğuz’dan Bugüne; Şeyh Galip, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk
Dil Kurumu Yayınları s.164; Ankara-1996
(26) Necip Fazıl Kısakürek, A.g.e. s.39