En kısa tarifi ile milliyetçilik millet olmanın hareket şuûrudur. Milletleri yükselten ve onları “millî ülkü”ler etrafında toparlayarak yüce hedeflere götüren itici güç, milliyet duygusudur. Bu itibarla milliyetçilik, millet hâkikatinin temel direği ve onun fikir cephesini meydana getiren bir “dünya görüşü”nden ibarettir. Hakikî (gerçekçi) bir dünya görüşü olan milletler, tarihte her zaman şerefli birer yer işgal etmişlerdir. Dolayısıyla, her milletin kendisine göre bir milliyetçilik telâkkisi vardır ve o milletin ismi ile anılır. Meselâ: Türk milliyetçiliği, Slav milliyetçiliği, Fin milliyetçiliği…ilh.
Türk milliyetçiliği’ne gelince; Türk adının ve Türk ırkının târih sahnesinde görülmesiyle beraber başlar. Bilindiği gibi, Hazreti Nûh Aleyhisselâm’ın oğullarından Yâfes’in bir oğlunun adı Türk’(1)tür. Türk milliyetçiliği fikrinin, sözlü ve yazılı kaynaklara göre Hun Türk İmparatoluğu’ndan bugünkü Türkiye Devleti’ne kadar binlerce senelik şerefli bir mâzî’si vardır. Demek ki, Türk milliyetçiliği fikri, bazılarının zannettikleri gibi yeni ortaya çıkmış bir kavram değil, aksine; Türk milleti ile bir ve beraber aynı yaştadır. Tarihlerden öğrendiğimize göre Türk milliyetçiliği fikri, kaynağını hiçbir millette görülmeyen üstün bir düşünceden almaktadır. Bu düşünce, millî, dinî, insânî ve ahlâkî vasıflarıyla her devirde cihânşümûl (“âlemşumül”(2) bir dünya görüşünün temelini meydana getirmiş olan yüksek “Türk düşüncesi”(3)dir. “Türk-örf hukuku”ndan devlet teşkilâtçılığına, bediî zevklerinden cihângirlik ve fütûhatçılık hasletlerine varıncaya kadar hemen her kültür kalıbında, Türk’ün rûh kökünü yansıtan, maya çanağını meydana getiren derin izlere rastlamak mümkündür. Bu izler, Türk Milleti’nin var olduğu ve at koşturduğu vatanlarda ve bıraktığı eserlerde her zaman varlığını idâme ettirmiştir. “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne; Avrupa, Balkanlar, Anadolu, Kafkaslar, Karadeniz, Ortadoğu, Akdeniz, Orta Asya, Sibirya Stepleri, Hindistan, Kuzey Afrika ve hatta son araştırmalara göre Amerika Kıt’ası’na varıncaya kadar; yer-yüzünün hemen her yeri Türk’e beşiklik etmiş başlıca vatanlardır.
Türk milliyetçiliğinin dikkate değer bir başka vasfı da; târihte irili ufaklı pek çok devletler kurmuş ve bu devletlerin fikrî zeminini umûmiyetle “hikmet” telâkkisi üzerine bina etmiş olmasıdır. Türk hâkimiyet telâkkisi, “cihân hâkimiyeti mefkûresi”ne dayanır ve bu mefkûreye göre devlet, “Devlet-i ebed müddet”(4)tir. Türk devlet geleneği; mâzî, hâl ve âtî üçgeninde milletle bütünleşmiş çok sağlam bir karaktere sahiptir. Türk Milleti’ndeki: “kökü mâzî’de olan âtî” inancı, bu ana karakteri yoğuran başlıca târihî amildir. Mâzî ile âtî’yi bu kadar muazzam bir bütünlük halinde ku- caklaştırabilen bir milliyetçilik anlayışı âdeta Allah’ın (Celle Celalühü) Türklere bir armağanıdır: “Gök’te bir tek Allah, yerde de bir tek Hâkan hâkimiyeti olmalıdır”(5) şeklindeki inanç, Hun ve Göktürk devirlerinden beri devam edip gelmiştir. Göktürk Kitâbeleri’nde: “Üstte (yukarıda) mavi gök, alta (aşağıda) yağız yer ve ikisi arasında kişioğlu (insan oğlu) yaratılmış!”(6) denilmektedir. Böyle fevkalâde düşüncenin sahibi olan Türkler, yer-yüzünde ayağı sağlam olarak yere basabilen tek kavimdir. Türk hükümdarları (hâkanları, sultanları, kağanları), daima “birlik içinde dirlik” kaidesini “Türk Devlet Geleneği”nin vazgeçilmez ilkesi kabul etmişlerdir. Hun Türk hükümdarı Mete, Çin İmparatoruna yazdığı mektuplarda: “Eli ok ve yay tutabilen kavimleri bir araya getirdiğinden”(7) bahseder. Buna benzer olarak Göktürk Hâkanı Bilge Kağan da: “Az milleti çok, çıplak milleti elbiseli; fakir milleti zengin kıldığını!”(8) söyler. Türk illerinde ve Türk himayesinde bulunan herkes “töre” gereğince eşit muamele görürdü. Türk hükümdarları, alacakları her karardan ve yapacakları her tasarruftan dolayı önce yaratıcıya, sonra da idaresi altındaki insanlara karşı vicdanî bir mes’uliyet hissiyle bağlıydılar. Millet’in bölünmez bütünlüğünü temsil eden hâkanlar asla hata yapamaz ve şayet yaparlarsa da cezasız bırakılamazlardı. Bu sebeple, Türklerde hiçbir şekilde sınıf ve zümre hâkimiyeti veya sınıf mücadelesi olmamıştır.
“Hükümran” olmak ve “hükmetmek”, Türk’ün yaratılışından getirdiği güzel bir meziyettir. Sevgiyle taçlandırılmış bir adalet, kadife eldiven içerisine giydirilmiş bir disiplin anlayışı sadece Türk’e has husûsiyetlerdendir. Târihî kayıtlara göre; Türk insanının devlet kurmada, teşkilâtçılıkta ve sevk ve idaredeki üstün vasıfları hemen her zaman takdirle ve hayranlıkla ifâde edilmiştir. Zalimin amansız düşmanı, mazlûmun ise hakikî dostu ve koruyucusu olmak yalnızca Türk’e yaraşan bir husûsiyettir. Anadolu topraklarına ebedî Türk mührünü vuran ve Bizans’ın mağrur İmparatoru’nu dize getirdikten sonra o’na: “Artık hürsünüz İmparator, ülkenizin başına dönebilirsiniz!”(9) diyen Selçuklu Sultanı Alp Arslan ile; 382 sene sonra dünya harp tarihine akıl almaz taktik ve strateji dehası olarak geçen ve yine Bizans’ın Doğu-Roma merkezi İstanbul’a haşmetle girişinden paniğe kapılan halka: “Benim gazabı şahanemden korkmayınız”(10) buyruğunu veren Osmanlı Padişahı Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nde aynı bağışlayıcı ve affedici inceliği görmekteyiz. Bu iki Türk büyüğünü, ayrı asırlarda yaşamış olmalarına rağmen aynı çizgide buluşturan düşünce, Türk milliyetçiliğinden başka bir şey değildir.
Türklerde din, devlet, millet ve kâinat kavramları her devirde mukaddes sayılmıştır. Devletin ve milletin gücü ve kudreti, Allah’ın (Celle Celalühü) müsadesi ile tahta oturtulmuş olan hükümdarın elinde olmalı ve o’na herkes kayıtsız şartsız itaat etmelidir. Devlet bir “baba”, milletin her ferdi de bu babanın “evlâtları” hüviyetindedir. Bu sebepledir ki, Türklerde “Devlet baba”(11) deyimi çok kullanılır olmuştur. Burada “baba” gücün ve kuvvetin, şefkat ve merhametin “remzi”dir. Türk insanı: “Allah devlete ve millete zeval vermesin!” diye dua ederken on’da ilâhî temellere dayalı ayniyetliliği görmektedir. O’nun muhayyilesinde yaşattığı devletinin adaletine, şefkat ve merhametine güveni ve itimadı tamam olmalıdır. Türk Hun Hâkanı Attilla’ya: “Allah’ın kılıcı”(12) yahut “kırbacı”(13); Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e ise: “Din’in ve Devlet’in direği, Doğu’nun ve Batı’nın Adil Sultanı”(14) pâyesi bu yüzden verilmiştir. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Han, Türk düşüncesinin hudutsuzluğunu: “Cihân iki hükümdara dar gelir!”(15) sözleri ile hülâsa emiştir.
Bir târih hercü-mercinde her hânedan târihi yapmış ve yazmıştır. Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Gazneli, Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti hep Türk Milliyetçiliği’nin tezahüründen doğmuşlardır. Türk Edebiyatı’nın büyük şâiri Yahya Kemal Beyatlı bir şiirinde bu durumu şöyle anlatır:
“Mûsıkîsinde bir taraftan din,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyin,
Mâvi Tuca’yla, gür Fırat akmış,
Nice seslerle gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkımiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o, kâinât akmış.”
Bu altın mısrâların sahibi Yahya Kemal Beyatlı, söylediklerinde yerden-göğe kadar haklıdır ve Türk milliyetçiliği dayandığı temeller itibarıyla budur.
DİPNOTLAR
([1]) Prof.Dr.Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi Cilt I-II, (Nakışlar Yayınevi İkinci
Baskı) İstanbul 1978, s.68.
(2) Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları: 17 Seri: I-Sayı: B1 Ankara 1966; s.60.
(3) Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu, a.g.e. s.60.
(4) Prof.Dr.Osman Turan, a.g.e.s.53.
(5a) Prof.Dr.Osman Turan, a.g.e.s. 104,105 ve 383.
(5b) Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 46,
Seri: I- Sayı: A 6) Ankara 1977, s.223
(6a) Prof.Dr.Osman Turan, a.g.e. s.47ve 155
(bb) Prof.Dr.Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi Cilt 1, Selçuk Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları N0:1
Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara 1971, s.477
(7) Prof.Dr.Bahaeddin Ögel,Türk Kültürünün Gelişme Çağları, (Genişletilmiş İkinci Baskı,Kömen Yayınları)
Ankara1979, s.35,
(8) Prof.Dr.Osman Turan, a.g.e.s.159,160,174 ve 177.
(9) Prof Dr.Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye (Siyasi Tarih Alp Arslan’dan Osman Gazi’ye
(1071-1318)), Turan Neşriyat Yurdu İstanbul 1971, s.30[(“...İmparator, müteessir olmayınız! Zira
insanların mâceraları böyledir. Korkmayınız size esir gibi değil bir hükümdar muamelesi yapacağım…”)]
(10) Ord.Prof.Dr.İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I. Cilt 4.Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları
Ankara 982 s.491 [“..Sultan Mehmed onlara elleriyle susmalarını işaret etti; sükünet tesis edince
Patrik’e: - ‘Ayağa kalk. Ben Sultan Mehmed sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bu
günden îtibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan
korkmayınız.’)dedi.”]
(11) Prof.Dr.Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi Cilt I-II, (Nakışlar Yayınevi İkinci
Baskı) İstanbul 1978, s.57
(12) Prof.Dr.Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi Cilt 1, Selçuk Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları N0:1
TürkTarih Kurumu Basımevi Ankara 1971, s.70,71,207, 208
(13) Prof.Dr.Osman Turan, a.g.e.s.114,115.
(14a) Prof Dr.Mehmet Altay Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri: 4; Millî Eğitim
Basımevi-İstanbul 1976 s.76 [(“Sultanu’l-âlem, melikü’l-islâm, şâhânşâhü’l-ecelel-âzam, rüknü’d-dîn,
giyâsü’l-müslimîn, bahâuddinillah, Sultanubilâ-dillah, mugîsuibadillah Tuğrul Bey”)]
([1]4b) Prof.Dr.Osman Turan, a.g.e.s.271.[(“Halife onu, “Dünya sultanı” (Şark ve Garp) ilân etti; kendisine
“Rüknüdîn” (Dinin temeli) ve “Kasîm emir ül-Müminîn” (Halifenin ortağı) ünvanlarını verdi… 1061
Ağustos ayında Tuğrul Bey’e gönderdiği mektupta ona “Büyük Şehinşâh Dünyanın (şarkın ve garbın)
sultanı ve İslâmın dirilticisi”) sıfatları ile hitap ediyordu.”)]
(15) Prof.Dr.Osman Turan, a.g.e.s.401.[(“O, dünyanın iki cihângire kifâyet edecek kadar geniş olmadığını
söyler; ömrünün dünyayı fethine vefâ etmeyeceği endişesini taşıdığı da rivayet edilir.”)]
TEFEKKÜR
Beşer, İslâm’la huzûra ereceğini keşfetti
Cihân hâkimiyetini Allah Türklere bahşetti
Ahmet Şahin