ÜSLÛP MES'ELESİ

M.Halistin Kukul

      Üslûp kelimesi, san'at eserleri hakkında ve en çok da edebî sahada kullanılır. Şüphesiz ki, bu, bunlarla sınırlı değildir. Her insanın, hatta, cemiyetin/milletin, kendisine mahsus hususiyetlerini ortaya koymasında bile,  bir "üslûp"  vardır.

      Üslûp; bir karakter/mizaç/huy/şahsiyet(ler) yekûnu'nun belli bir tarza, benliğe, kendiliğe, sâhip olmuş hâlidir.

       Konuşmadan, her türlü hâl ve harekete kadar, her insan, farklı bir "üslûp" ile/tarz ile/s(i)til ile hayat sürer.  Böylece; üslûp; usûl, gidiş/ifade ediş/hareket yolu, konuşuş, duyuş, gülüş, ağlayış, düşünüş, giyiniş kükreyiş...yâni her türlü tavırların müstakil bir âhenk içinde "kümelenişi" olarak karşımıza çıkar/görünür.

     Peyami Safa, Üslûp Çalışmaları başlıklı yazısına şöyle başlıyor: "İşletme ve hareket (fonksiyon) halinde bulunan şuur ve umumiyetle ruh muhtevalarının ifade şekli üslûbu vücuda getirir."( Sanat Edebiyat Tenkit,, Ötüken Yayınları, İstanbul 1976, Sf. 174)

       Türkçe'mizde güzel bir tâbir vardır: "Üslûb-u beyân aynıyla insan!"

       Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî hazretleri şöyle buyurur:

                      "Kimi görsen, bu yollarda sahte âşık;

                      dışta sûfî, içte ise değil sâdık.

                       onun için sevdiğine olmaz lâyık;

                      yalancıyı mahşer günü sersan kılar."

        Hazret-i Mevlâna ise, "üslûb-u beyân"a numûne olarak şöyle der:

                     "İçinde ne varsa, ne düşüncedeysen, mutlaka yüzünden belli olur; testinin içinde ne varsa dışına o sızar."

           Yûnus Emre de, bunu şu mısralarla dillerdirir:

                          "Gönül yüksekde gezer dem-be-dem yoldan azar

                           Taş (dış) yüzine ol sızar içinde ne varısa"

      Günümüzde, bilhassa, edebiyat ve siyâset  sahnesinde şâhit olduğumuz  bu mevzû, gerçekten , bizleri şaşkınlığa çevirecek kadar ibretliktir. Bilhassa siyâsettekilerin önemli  bir kısmı, hazîndir ve hazîn olduğu kadar da onulmaz görünmektedir: Şerefsiz'den başlayan hitaplar, alçak, namussuz, hâin, soygun çeteci,  dar kafalı, devşirme, kumpasçı, yalancı, iftiracı, diktatör bozuntusu, ulan, yahu..." gibi sefîl kelimeler  dalaşı'yla devam ederken; ne yazık ki,  hemen hemen vücûdun her  âzâsı da, bu  "üslûp" içinde yerini almaktadır.

      Buna, "üslûp" diyebilir miyiz?

      Cevabını, yine Peyami Safa veriyor.

       Yukarıda birkaç cümlesini sunduğum, 1958 yılında Milliyet Gazetesi'nde yayınlanan yazısının devamında şöyle diyor:

      "Hususî mektuplarda, hâtıralarda ve her çeşit edebî yazılarda şahsî bir karakter taşıyan düşünce mekanizması, duygu ve heyecan tarzı ve şiddeti üslûba şahsîlik ve orijinallik verir. Halk tâbirleriyle, basma kalıp üslûp şekilleriyle, beylik teşbih ve istiarelerle yazılan yazılarda şahsîlik ve orijinallik payı azdır. Bunlar edebî değerden mahrum sayılırlar. Alışılmış, kullanılmış, yıpranmış (rutin hâlini almış) ifade şekilleridir. Üslûb-u âlî (yüksek üslûb), üslûb-u müzeyyen (süslü üslûb),  üslûb-u sade (sade üslûb) ilh...gibi üslûb nevilerini ayıran eski edebiyat, bu beylik ifade tarzına da Üslûb-u adî (adî üslûb) adını verirdi. " (a.,g.,e., Sf. 175)

       Cevap, yerini bulmuş mudur? Bence,biraz nâzikçe oldu ammâ, buldu!..

       "Üslûb-u âdî", cemiyetimizi sarmış mıdır, diye sormamız, çok şey mi ifade eder bilemiyorum!..

         Bir misâl: Sokak ortasında, çocuklarının gözü önünde eşini ve kayınvalidesini bıçaklayıp öldüren câni,  şu veya bu şekilde, eğer, hâlâ hayatını idâme ettiriyorsa, "üslûb-u âdî'den kurtulmamız mümkün değildir!..

        "İçinde ne varısa", "Dış yüzine o sızar" ise, "iç"lerde birikmiş daha ne kadar kinler, çirkeflikler ve hâinlikler bulunmaktadır, bunu da kim keşfedebilir!..

         Biz, "dışa" vuranı görebiliyoruz; niçin "iç"in ıslâhı için gereken tedbirleri almıyor ve sâdece kuru yalan ile, ortalığı güllük-gülistanlık gösteriliyor, anlamak gerçekten zor geliyor.

        Şunu ifade etmeliyim ki; edebiyâttaki "üslû-u âdî", günlük hayattaki  hakikatleri gizlemek değil; ayrıca, İslâmî bir hüküm olan, Hucurat Sûresi'nin 12. âyet-i kerîmesinde  bildirilen: "Birbirinizin kusurunu araştırmayın, arkasından çekiştirmeyin.", değil; gizli kalmış hırsları, kinleri, hasetleri vs.yi kökten silecek çâreleri aramak, geliştirmek ve onları ortadan kaldırmak gerekir.

         Gizli riyâkârlık ise, başka bir şeydir.  Kim, kimin iç'ini bilebilir veya  bildim diye ortaya çıkıp iftira edebilir. Mümkün mü?

         Devleti idâre edenlerin ve etmeye tâlip olanların bu sözlerini kim(ler), nasıl ve hangi usûllerle ortadan kaldıracaktır çözümü zor bir sorudur.  Tabiî ki, bilhassa, çocuklarımıza ve gençlerimize sirâyet etmesi nasıl  önleyecektir.

         Milleti, elbette  ki Devlet'i saran bu 'cinnet hâli', zaman içinde, sâdece saran olarak kalmayacak, 'sarsan' hâlini alacağı endîşesini taşımaktayım.

         Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Bir şey, kendiliğinden ne iyi, ne de kötüdür. Kişi kendiliğinden ne iyi,  ne kötü olur. İyilik ve kötülük, kişinin azmi ve tercihiyle ortaya çıkar."

         Hazret-i Ali Efendimiz de: "İnsan, dilinin altında gizlidir" buyurmuyor mu?

         Yusuf Has Hâcib de, Kutadgu Bilig'de şöyle diyor:

      "Anlayış bir yulardır; insan onu elinde tutarsa, dileğine erişir ve bütün arzularına nâil olur.

       (...) Anlayış ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan fasîh dilin kıymetini bil.

       İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saâdet bulur; insanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider. "(Bknz: Reşit Rahmeti  Arat, Ankara 1974, Sf.23)

       

     

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.