Vefâtının 33. Yılında: NECİP FÂZIL'IN NECİP FÂZIL'I/1

M.Halistin Kukul

Türk nesrinin güzîde yazarlarından Ergun Göze, bir mülâkatında Necip Fâzıl Kısakürek'e şu soruyu tevcîh eder:

- " Necip Fâzıl olarak, Necip Fâzıl'ı tenkid eder misiniz?"

Necip Fâzıl, kendine mahsus o muhteşem üslûbuyla, Göze'nin sorusunu şöyle cevaplandırır:

- " Edeyim, kendi iç âlemimde bir turist gibi dolaştığım zaman, öz kıymetlerimi benim derecemde dile getirebilecek birisi bulunmadığını, buna mukabil de, sefâlet ve noksanlıklarımı yine benim derecemde görebilecek anlayışta birisine rastgelmediğimi söyleyebilirim. Bu hâl, bende çocukluğumdan beri devam eder. " ( Bknz: Ergun Göze, İçimizden 30 Kişi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1975, Sf. 171)

Demek ki, ömür sürdüğü süre içersinde ne "öz kıymetlerini" ve ne de "sefâlet ve noksanlıkları"nı kendi "derece" sinde hiç kimse dile getirememiştir ki, bizim de iddiamız bunları dile getirmek değil, bunlara, sâdece bir perde aralamaktır. Bizim yapmaya çalıştığımız husus; bir insanı kendinden öğrenmektir. Bir insanın, kendini, bu cesâretle anlatabilmesi ise; her babayiğitin harcı değildir.

Fakat, öyle anlaşılıyor ki, Üstâd, bundan mustarip ve şikâyetçidir. Bu sebepledir ki, belki de dünya edebiyatında, Necip Fâzıl kadar kendi eserleri, bilhassâ şiirleri üzerinde büyük bir cesâretle değişiklik yapan ve hayatının "kıymet" , "sefâlet ve noksanlıkları"nı objektif olarak îzâh edebilen kimse de çıkmamıştır.

Yine; kendisi ile yapılan bir başka mülâkatta: "Beğendiğin ve beğenmediğin taraflarını izah edebilir misin?" sorusuna şu cevabı verir:

" -Bunları katiyetle izah edemem. Çünkü bunlar bende uzun, devamlı ve sonsuz bir nefis mücâdelesidir. Başını ve sonunu tayin edemem, determine değildir. Fakat bir kaç misâl söyleyebilirim. Meselâ, evvelâ beğenmediğim tarafım, muhakkak ki, beni beğendiğim tarafımdan daha çok meşgul etmiştir. Beğenmediğim tarafım, süpersansibl oluşumdur. Süpersansibilitemden nefret ederim. İsterim ki, tamamiyle hissiz, fikirlerime bağlı kalayım, müteessir olmıyayım, bana karşı bütün engellere lâkayt durayım." ( Bknz: Türkiye Gazetesi, 25 Mayıs 1994, Sf.13)

Fransız edebiyâtında Jean Jacques Rousseau (1712-1778) ve Rus edebiyâtında da Lev Nikolayevich Tolstoy'da (1828-1910) rastladığımız " Îtirâflar" ile Necip Fâzıl'ın; başta " Bâbıâli" ve "O Ve Ben" olmak üzere, kendini bulduğumuz "Kafa Kâğıdı, Cinnet Mustatili" hattâ "Bir Adam Yaratmak" ve "Çile" adlı eserlerinde de, onlardan hem fikir ve hem de tavır bakımlarından çok farklı olduğunu görürüz.

"Îtirâf''ın; sözlük mânâsiyle: "Kendi kusur ve noksanını, az çok aleyhinde bulunan bir hâli saklamayıp, inkâr etmeyip kabûl, teslim ve ikrâr etme." (Hayat Büyük Türk Sözlüğü,Sf. 617) diye tarifinden bakılınca, sanki bir fark yokmuş gibi görünse de, Rousseau ve Tolstoy'un, içinde bulundukları hâli " ifşâ"dan öteye geçemedikleri görülür. Zîrâ; Necip Fâzıl'da, hâdise, sâdece basit bir " ifşâ"da kalmamakta; O'nda, yeni bir "hâl" e ulaşabilme arzu ve cehdi bulunmaktadır.

Meselâ; Necip Fâzıl, 20 yaşında gittiği Paris hayatını anlatırken: " Kâbus şehirdeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslâmî edebim mânidir." ( Bknz: Necip Fâzıl, O Ve Ben, b. d. Yayını, İstanbul 1998, Sf. 66) der.

Ve; bundan iki yıl sonra, 1926'da, 22 yaşında Yunus Emre şiirinde şu mükemmel fikir ve âhenkle buluşturur şiirimizi:

"(...) Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan;

Geleyim, izine doğru arkandan.

Bırakmam, tutmuşum artık yakandan;

Medet ey dervişim, Yunus'um medet!.."

Necip Fâzıl; Bâbıâli adlı eserinin "Bu Eser" başlığını taşıyan giriş bölümünde şu ibretli sözleri söylüyor:

"Bu eser, bir insanın, kendisini kendisinden süzüp, ayırıp, çıkarıp, türlü dekorları, eşyası, etrafiyle bir arada dışarıdan seyredişini çerçeveliyor.

Kendi öz şahıs plânında da mümkün mertebe (objektif- âfâkî) olmaya çalışan bu eser, uzanabildiği mahrem maktâların insana vereceği hayret ve dehşet bakımından memleketimiz ve edebiyatımızda görülmüş ve alışılmış şeylerden değil...Korkmadan söylenebilir ki, Tanzimat sonrası taklitte bile beceriksiz Türk edebiyatında böylesine bir soyunup dökünme cesareti kimsede görülmemiştir."

Necip Fâzıl şöyle devam ediyor: " Edebiyatımızda böyle "canhıraş-ruh tırmalayıcı" nefs muhasebelerine, Batıda olduğu gibi bir alışkanlık ve zevk alma fakültesi yoksa da, Batıda bu soydan eserlerin çoğu pislik için pislik şuuru ve bir nevi pislik aşkiyle yazıldığı için örnek sayılamaz.

Temizi ve iyiyi görmeksizin, pislik ve iç bulantısı şehveti içinde çırpınmanın ihtilâç şiirini getiren (Bodler) ve ( Rembo)dan evvel bir (Jan Jak Ruso) ve sonra (Dostoyevski) misalleri vardır ki, bunlardan ilki "İtiraf"larında bir papazın kendisine tasallutunu anlatırken hiç de ahlâkî bir kaygıya sahip değil, öbürleriyse kötülük ve karanlığa battıkça batmanın ve teselliyi boyuna batmakta aramanın (mistik) zevkinde ve mesleğindedirler.

(...) Velilerin "günaha hor bakmaktan büyük günah olamaz! ve " hakkı hak için iptal caizdir!" hikmetleriyle, Kâinat Efendisinin "hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekiniz!" fermanları, bu esere anahtar..."( Bknz.Necip Fâzıl, Bâbıâlı, b.d. Yayını, İstanbul 1996,Sf. 9-10)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.