Zaman zaman ‘Hep doğruları ben mi söyleyeceğim?’ diye düşünür dururum. Nedenine gelince; insanın çok şey bilmesi de iyi olmuyor. İnsanları çok eskiden beri tanıyınca ve yaptıklarını da bilince ahkâm kesmelerine tahammülünüz olmuyor. Dava adamı denilince benim aklıma inandığını yaşayan, konuştuğuyla yaşamı bir olan, özü sözü doğru insan aklıma geliyor. Ama günümüzde bu sadece söylemde kalmış. Eylemde ortada ne bir dava kalmış ne de dava adamı. Ama piyasada hala daha dava adamıyım diye gezip dolaşan şarlatanları görünce aklıma şu ‘Bilmem söylesem mi söylemesem mi…’ şarkısının nakaratı geliyor. Söylesem canları sıkılacak, söylemesem hakkı inkâr edeceğim. Karakterim hakkı inkâr etmeye müsait olmayınca da kıyısından köşesinden isim vermeden bazı gerçekleri yazmanın gerekli olduğunu düşünerek bu yazıyı kaleme alma gereği duydum.
Gençliğimizde dava dediğimiz ve bizim inandığımız şey i’la-yı kelimetullahın yeryüzüne hâkim kılınması için verilen mücadelenin adıydı. Bunun hayatımıza yansıma biçimi de imanınıza uygun yaşamak, inancımıza uygun siyasi oluşumların içerisinde olmak, ülkenin ehil eller tarafından yönetilmesi için mücadele etmek anlamına gelmekteydi. Bu minvalde kendi dünya görüşümüze uygun olan Milli Görüş çizgisini seçtik. Bu görüşün gerek siyasi temsilcisi olan gerek gençlik örgütlenmesi olan gerekse de sivil toplum kuruluşu olan kuruluşlarda görevler aldık. Bunları yaparken tek hedefimiz yaşanılabilir temiz bir toplum, herkesin kardeşçe yaşayabileceği hak ve adaletin hâkim olduğu bir nizamın kurulması için elimizden geleni yapmaktı. Bunları yaparken ağabey dediğimiz ve kendimize idol kabul ettiğimiz insanlar vardı. Bu insanların konuşmaları bize heyecan verir, saatlerce onları dinlemek için konferanslarına gider, kasetlerini dinler, ailemizi ve çoluk çocuğumuzu da onların konuşmalarıyla eğitmeye çalışırdık.
Aradan geçen kırk yıllık süreçte o ağabey dediğimiz veya idol olarak kabul ettiğimiz insanların imkân buldukça değiştirdikleri yaşam biçimlerini, elde ettikleri kazanımları nasıl hoyratça kendi menfaatlerine göre kullandıklarını, bırakın Allah rızasını her türlü hezeyanın içerisinde olduklarını öğrendikçe kahrolmanın ötesinde bir şey yapamadık. Son zamanlarda bu tür insanların şehrimize gelip teşkilatlarda sohbetler tertip ettiğini öğrenince bunlara buradan birkaç soru sorma gereği duydum. Bu insanlara öncelikli olarak şunu sormak isterim; arkadaş siz bu topluma dava olarak anlattığınız şeyleri ne kadar yaşadınız veya yaşıyorsunuz? Bir hırka bir lokma olarak hayata başlamış olmanıza rağmen bugünkü devasa mal varlığınızı nasıl elde ettiniz? Ankara'da büyük AVM’lerde hisseler, Samsun’da daireler ve daha bilinmeyen milyonlarca liralık mal varlığınızı nasıl elde ettiniz? Allah rızası için bir açıklasanız da ondan sonra davayı anlatsanız nasıl olur?
Suallerim bunlarla da sınırlı değil. 2000’li yılların başlarında benim Canik’te tüp bayiliğim olduğu zaman beni ziyarete geldiğinizde, ‘Hocaefendi bu ülkedeki gençliği kurtaracak ama bunu kimseye anlatamıyoruz’ diye bana vaazu nasihat ederken şimdi sohbetlerinizde Merhum Erbakan Hoca’nın Fethullah Gülen’le ilgili duruşunu ve onunla ilgili tespitlerini anlatıyorsunuz. Merhum Erbakan Hoca’nın bu tespitleri ta 90’lı yılların başında hatta 80’li yıllarda yaptığını hepimiz bilmemize rağmen şimdi bu toplumu ahmak yerine koyup bunları anlatmanın âlemi nedir? Sizin dava dediğiniz konjonktürel olarak vaziyeti idare etmek veya gündemde olmak ise yazıklar olsun sizin dava anlayışınıza.
Bu sualleri o kadar fazla çoğaltabiliriz ki anlatamam. Geçmiş hukukumuza binaen bazı konular var ki anlatsam yer yerinden oynar ama dediğimiz gibi eski hukukumuz ve bu şehirdeki akrabaları olan dostlarımızın incinmemesi adına bu kadarla yetiniyorum. Ancak bu arkadaşlara tavsiyem; kimseyi ahmak yerine koymasınlar. Melih Gökçek’inden bilmem kimine kadar, kimlerle hangi işleri çevirmişler, medeni hallerinden ekonomik durumlarına dek her şeyi çok iyi bildiğimi bilsinler diyerek sözlerime son veriyorum. Kalın sağlıcakla.