Dünyayı yeniden şekillendirme amacı güden küresel güçlerin Ortadoğu ve özellikle Türkiye üzerine geliştirdikleri ve gerçekleştirdikleri politika ve stratejiler, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 2000’li yıllara gelinceye kadar sürdürülen gerilim politikalarının Türkiye ve toplumunu karşı karşıya getirdiği açmazlar ve diğer etkenler, hele hele FETÖ’nün 15 temmuzda giriştiği kalkışma, artık her alanda yeniden yapılanmayı elzem hale getirmiştir. Bu zaruret yıllardır apaçık görülmesine rağmen, vesayete bağlı siyasi iradenin teslimiyetçi yapısı ve zayıflığı Türkiye’ye maalesef kayıp yılları yaşatmış, nice beyinler göç etmiş, göç edemeyenler heba olmuştur.
Bilindiği üzere bir milletin var oluşunda olmazsa olmaz temel esaslar vardır. Bunlar din, dil, tarih, kültür ve geleceği inşa etme potansiyelleridir.
Bunların her biri toplumsal yapıyı inşada önem arz ederken, din konusu son derece hassas ve her dönem dikkat ve rikkatle üzerinde durulması gereken bir gerçekliktir. Nitekim son 17-25 aralık sürecinden sonra 15 temmuz 2016 darbe kalkışmasıyla ortaya çıkan ihanet şebekesinin yapıp ettikleri dikkate alındığında din gibi kutsi bir alanın ardına sığınılarak ne tür hainliklerin yapılabileceği bir kez daha gün yüzü gibi ortaya çıkmıştır.
Nitekim büyük güçler, jeopolitik ve buna bağlı jeostratejiler üzerinden coğrafi alanları kontrol altına almışlar, günümüzde oldukça geliştirilen teopolitik ve teostratejilerle kontrol altına aldıkları coğrafya üzerinde FETÖ gibi dini çevreleri, dini grupları kontrolleri altına alarak istedikleri gibi yönlendirebilmektedirler.
Din ya da ona ilişkin yorum ve bu yorumlara dayalı siyasi, sosyal yapılanmalar, sosyolojik açıdan insan olmanın gereği olarak kabul edilebilir görünürken diğer yandan farklı ülkelerin ya da küresel güçlerin hedeflerine ulaşmak için onların stratejilerine konu olabilmekte ve maalesef ülke gündemini meşgul edip geleceği ve ülkenin varoluşunu tehdit eden etkin bir faktöre dönüşmektedir.
Dinin millet olma, devlet kurma ve yaşatma gibi işlevlerinin içi boşaltılarak, parçalayıcı ve yok edici bir unsura dönüştürülmesi asla kabul edilemez. Bu nedenle ülkemizde yaşanan problemleri aşıp geleceği inşa etmek, dini, varoluşumuzun dayanak noktalarından biri haline getirmek için dini bilgiyi, resmi ya da sivil din öğretim kurum ve kuruluşlarını, eğitim-öğretim kadrolarını, müfredat programlarını çok ciddi bir şekilde sorgulamalı ve yeniden inşa ve ihya etmeliyiz.
Bugün Türkiye’de resmi gayrı resmi din eğitimi veren kurum ve kuruluşlara baktığımızda her biri farklı bir anlam evreni oluşturmakta, yeni yetişen neslin dini sosyal çevreleri bölünmeye hazır hale gelecek şekle bürünmekte, hakikatin birliğini seslendiren farklı sesler yerine, hakikatin çokluğunu dillendiren ve aynı zamanda birinin diğerini, inkâr ve tekfir ettiği dini sosyal yapı karşımıza çıkmaktadır.
Dini bilginin içeriği sorgulandığında özellikle akademik camia ve ilahiyat fakültelerindeki dini bilginin oryantalist bir etki altında olduğunu görüyoruz. Oryantalistlerin tanımlayıcı, ayrıştırıcı, sübjektif ve ideolojik yaklaşımları, eleştirel dili, dini bilgide kendisine dayanılacak bir yer bırakmamakta, aksine dinden ve dindar olanları birbirinden uzaklaştırmaktadır.
Bu nedenle ülkemizde yeniden yapılanmanın temel taşını oluşturacak dinin, dine ait bilginin içeriği, din öğretimini verenlerin niteliği, kısaca dini sosyalleşmeyi şekillendiren tüm araçların yeniden sorgulanması, geleceğin Türkiye’si ve İslam ümmeti için ivedi derecede önem arzetmektedir.
Bu öneme binaen yeniden yapılanmayı hatta yeni bir “kuruluş”u dikte eden konjoktürel durum aynı zamanda dini olan ne varsa yeniden sorgulanıp inşa ve ihyayı elzem kılmaktadır.
Küreselleşme süreciyle değişen paradigmalar eşliğinde yeniden kurulması tasarlanan dünyada küresel ve bölgesel dengeler yeniden dizayn edilme sürecine sokulmuş ve bunun gerçekleşmesinde dini ve etnik yapılar üzerinde ciddi oyunlar oynanmıştır. Komünist sistemin çökertilmesi ile boşluğa düşen doğu bloku üzerinde yaşayan halklar, dini ve etnik çatışma içersine sokularak onca akıtılan kanlardan sonra Balkanların yeniden şekillenmesine, dini ve etnik yapıya dayalı küçük devletciklerin kurulmasına imkan sağlanarak küresel sisteme uyarlı hale getirilmiştir.
Tek dünya devleti ve ona bağlı devletlerle kurulması tasarlanan dünyada, sömürge imparatorluklarının tasallutundan kurtulan islam dünyasının biriken enerjisi meşhur Arap baharı ile boşaltılmış, kendi değerleri üzerinde yükselme ve varlığını devam ettirme emelleri olan Arap ülkeleri iç kavga ve kargaşalarla kaos içine sürüklenerek bağımlı olmaktan kurtulamamıştır. Mısırda gerçekleştirilen darbeyle birlikte Suriye’de başlayan iç çatışmalar hâlâ varlığını sürdürüp Türkiye’mizi tehdit eder bir vaziyette devam ederken « medeniyetler çatışması » diye yutturulan teopolitiğin uygulanması Irak ve Suriye’de DAEŞ, Türkiye üzerinde FETÖ yapılanmasının fecaatleri ile dışa vurmuştur.
Tek dünya devleti oluşturma peşinde olan ve dinler arası diyalog safsataları ile tek dine doğru insanlığı yönlendiren küresel irade, yaşamış olduğumuz coğrafyada Türkiye’nin konumunu yeniden belirlemek istemiştir. 1699 yıllarından itibaren başlayan kopuşun son halkasında yer alan Türkiye’mizin coğrafi ve toplumsal olarak yeniden parçalanmasını arzulayan bu çevreler yaşadığımız bölgede aktör olmamızı istememekte ve uydu olarak kalmamızı dayatmaktadır. Bu dayatmayı kabullenmeyen, islam dünyası coğrafyasının, islam kültür ve değerler atlasının, tarihi derinlik ve geleceğe ilişkin umutların bize yüklediği sorumluluk içinde hareket eden milli irade, PKK ve FETÖ gibi dışarıdan yönetilen örgütlerle kırılmaya, söndürülmeye ve yolundan alıkonulmaya çalışılırken, yaşanan travmalar, sosyal problemler, yeniden yapılanmayı gerektirmektedir.
Gelinen nokta itibarı ile bugüne kadar sürdürülen politikalar neticesinde toplumumuzda çeşitli alanlarlarda maalesef sosyal depremleri tetikleyici fay hatları oluşturulmuştur. Bu fay hatlarında oluşturulan mikro etnik yapılarla, dini gruplarla en küçük bir hareketlenmede ülkemiz coğrafi ve toplumsal parçalanmaya doğru götürülmeye çalışılmaktadır. Yıllardır bir arada yaşayan Türk ve Kürt halkının son zamanlarda daha yoğun bir şekilde karşıkarşıya getirilmesi, Kürtlere ayrı bir devlet kurma vaatleri ve bu vaatlerin gerçekleşmesi için PKK denilen eli kanlı terör örgütünün küresel güçler tarafından korunması, FETÖ gibi dindar görünümlü ama kindardan öte ihanet, ölüm ve zulüm saçan bir yapının masum milletimizin çocuklarından devşirilerek örgütlendirilip kendi ülkesinin meclisini bombalayacak, Cumhurbaşkanının canına kastedecek hale getirilmesi, bunun en somut örneklerinden biridir. 15 temmuz gecesi DAEŞ ve PKK/PYD örgütününün sınırda bekleyerek darbenin hedefine ulaştıktan sonra güney doğudan harekat yapmak için bekleyiş içersinde olmaları, ülkeyi bölmek için hazır beklemeleri oldukça anlamlıdır.
Dini grup ve mikro düzeyde kimlik oluşturma peşinde olanların milletin çocukları arasında oluşturdukları sınırlarda kör dövüşü devam etmekte, FETÖ denen ihanet şebekesi dini kisve altında hâlâ varlığını devam ettirme gayretindedir.
Yaşanan süreçte, yüce islam dininin bütünleşmeye yönelik mesajı, emirleri, ihmal ve ihlal edilmiş dinin tevhit esasını teşkil eden temeller terkedilmiştir. FETÖ denilen yapının diyalog toplantılarında Ezan-ı Muhammedinin « eşhedü enne muhammedün rasülüllah » kısmı telaffuz edilmez olmuştur. Bu durum karşısında diğer müslüman çevrelerdeki fiili parçalanmalar da ne dinde ne dini dilde ne de toplumsal yapıda « bir ve beraber » olmanın örnekliğini sunamamışlardır.
Yaşanan bunca acı tecrübeden sonra yaşadığımız bu coğrafyada var olabilmek ve varoluşumuzu sürdürülebilir kılmak için yeniden yapılanmada bizi biz yapan değerleri yeniden harekete geçirerek, varoluş, bilgi ve değer eksenlerimizi yeniden keşfetmeliyiz. Bizi bizden koparan parçalayıcı ve yırtıcı « batılı ve oryantalist bilgi »nin belirleyici ve kısırlaştırıcı kuşatmasından kurtulmalıyız. Kökü tarihe dayanan, dalları göklere ve geleceğe uzanan Kur’an ve Sünnet odaklı bir bilgi yapısı ile değerler alanımızı yeniden ihya ve inşa edip varoluşumuzu güçlendiren bir zihniyeti topluma hakim kılmalıyız.
Öyle bir zihniyet ki ötekini dışlamayan, herkese ve her kesime hak ettiği yeri verip adil biçimde onurlu bir şekilde beraberce yaşamanın tılsımını keşfedip besleyen, derinleştiren ve genişleten bir anlayışla hayatı anlamlandıracak. Öyle bir zihniyet ki ötekinin yaşama alanına saygı çerçevesinde yeşeren özgürlüğü canlı tutatacak. Öyle bir zihniyet ki ihanet etme noktasında dünyaları verseler de vatanını satmayacak bir toplumsal yapıyı besleyecektir.
Bu süreçte yeniden yapılanmanın bilgisel ekseni Batılı bilginin tasallutundan kurtulmayı hedeflediği gibi dini ve ahlaki boyutlarını da ihmal etmemelidir. Bu bağlamda oluşturulacak sosyal muhayyile yukarıda sözü edilen zihniyetin şekillendirdiği toplumsal yapının sarsılmaz atmosferini oluşturacaktır. Bu sosyal muhayyile aynı dinden olanları dindaş, olmayanları insanlıkta kardeş görerek yüce Allah’ın rahmet nazarı ile baktığı insana insanca muamele edecektir.
Sosyal muhayyilenin temel taşlarından biri olan dinin dünya kurmada ve anlam haritalarının oluşumundaki yeri, işlevi toplum realitesini ve dünya gerçekliğini dikkate alarak belirlenmelidir. Sosyal realiteyi dikkate almayan din anlayışları ve yorumları ideolojik ve ütopik kalacağından toplumsal işlevi yerine getirmeyeceği gibi FETÖ ve DAEŞ örneklerinde olduğu gibi sürekli bir şekilde başkalarının kullanımına açık olacaktır. Bu bağlamda dini bilginin neliği, ne olduğu ve nasıl olması gerektiği hususu son derece önemlidir. Fiili olarak bugünü yaşayan insanların zihinsel olarak tarihte kalmaları, selefi ya da ideolojik, ütopik şekilde dini anlamaları ve buna bağlı bir algı oluşturmaları toplumsal yapıda önü alınamayacak fay hatlarını oluşturmakta ve sosya depremlere yol açmaktadır.
Toplumsal alanda bu tür istikrarsızlıklara yol açıcı haliyle sunumu yapılan din, oluşturduğu düşünce ve zihinsel yapılanmaların eyleme dönüştüğü kaotik ortamda, yaşanan ferdi ve toplumsal problemlere cevap verecek bir anlayışı tesis edemez görüntüsü vermektedir. Öyleyse fert ve toplum hayatını yakından ilgilendiren, toplumun değişim ve dönüşümünde, istikrar ve güvenlik içinde var olması ve ilerlemesi açısından olumlu ya da olumsuz bir etken olarak devreye giren din öğretimi, gerek içerdiği bilgiler açısından gerekse bu bilgilerin toplumsal alanda yol açacağı yankılar açısından toplumsal gerçekliği ve dünya uluslararası gerçeklikleri dikkate almak zorundadır. Din öğretimi, dünyada değişen paradigmayı, bunun ürettiği dili anlayıp kendi teolojik, tarihi, sosyal, kültürel evrenini oluşturan bilgi kaynakları ve gerçeklikleriyle yoğuran, tarihi tecrübe ve bulunduğu stratejik konum açısından yorumlayan bir zihniyetin yansıması olmalıdır.
Şunu açıkça belirtmeliyiz ki Türkiye’de din ve dine ilişkin öğreti hiçbir zaman kontrolsüz ve başıboş bırakılmamalıdır. Çünkü Türkiye, üzerinde emelleri olan güçler açısından jeo-politik yapısı ve bu yapıya bağlı olarak geliştirilen, şartlara göre değiştirilen stratejilerin uygulandığı bir ülke olarak üzerinde yaşayanlar dindar olsun olmasın, dindarlığın hangi derecesinde bulunursa bulunsun, İslam’ın hangi yorum ve pratiğini tercih ederse etsin, her ferdi, grubu, değişik alanlardaki sivil siyasi oluşumları bakımından her zaman stratejik hesaplara göre değerlendirilen bir ülke olmuştur.
Ne yazık ki cumhuriyetin ilk dönemlerinde Hilafet-Cumhuriyet, Laiklik-Anti-Laiklik, 12 eylül öncesinde sağcılık-solculuk gibi ayrışmalarla Türk toplumunun büyük çoğunluğu farklı sosyolojik gerçekliklerin de devreye girmesiyle stratejik değerlendirmelerin kurbanı olmuştur. Yine üzülerek ifade etmeliyiz ki Doğu bloğunun yıkılmasıyla yeniden kurulmak istenen dünya düzeninde şekil verilmek istenen coğrafyanın odağında bulunan Türkiye bu sefer dinin, dindarın, din adına hareket ettiğini söyleyen grupların stratejik hesaplarda kullanılmasıyla karşı karşıyadır. Kendi duruşları çerçevesinde belirli düzeylerde tepkisel davranan ve bunu her alanda, her fırsatta gündeme taşıyan dini gruplar, geliştirdikleri söylemler ve gerçekleştirdikleri eylemlere karşı alınan önlemler neticesinde yeniden düşünüp bu ülkenin şartları ve karşılaştığı uluslararası sorunlar çerçevesinde istikrar oluşturucu söylem ve eylem geliştirme yerine, tepkilerini daha da artırıp geliştirerek Atlantiğin beri ve öte yakasında meşruiyet arama peşine düştüklerinden dolayı Türkiye üzerinde uygulanması muhtemel sürdürülebilir istikrarsızlık stratejilerine prim vermiş görünmektedirler. Bu nedenle din öğretimi ve bunun gerçekleştirildiği yerlerin devletin denetimi ve gözetimi dışında bırakılması devlet ve milletin bütünlüğü açısından son derece problemli görünmektedir.
Türk toplumunun toplumsal tabanının farklı dini öğretilerle dini, siyasi, ideolojik alanlara kayarak küresel aktörlerin stratejilerine uygun hale geldiği bir aşamada devletin “gözetim ve denetimini” özgürlükler alanını kısıtlama olarak niteleyip dışarılarda meşruiyet arayışına girmek, ülkenin bağımsızlığını tehlikeye düşürecek maceralara yelken açmaktır. Tersine toplumsal tabanın bu yapısını dikkate almayıp uygulanagelen niteliksiz ve çözümsüz, kendi mihveri etrafında dönüp dolaşma ya da geviş getirmeye dayalı din öğretimi politikalarıyla yanlışlarda ısrarcı olmak, bu konuda tepkisel davrananları farklı mecralara kaydıracaktır. Öyleyse din öğretimi bir yandan sosyolojik bir gerçeklik olan toplumsal tabanı ve dünyada olup bitenleri dikkate alırken, dini kendi amaçları çerçevesinde fert ve toplumun gelişmesine, geleceğe göre yenilenmesine, gittikçe çürüyen insani değerlerin yeniden yapılanmasına katkıda bulunacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
Bu yapılanma çerçevesinde Türkiye’de tüm resmi ve sivil dini kurum ve kuruluşların durumu yeniden ele alınmalıdır.
Ülkemizde ailelerin dışında dini bilgi nerelerden öğrenilmektedir ? Bunların etki alanları nelerdir ? Dini sosyalleşmede etkileri ne kadardır ?
Dini bilginin edinilmesinde kullanılan araçlar, kitap, dergi, gazete, sesli, görsel ve yazılı medyanın durmu nedir ? Dindarları nasıl yönlendirmektedir ?
Verilen dini bilgi birleşmeye mi yoksa parçalanmaya mı odaklıdır ? Her tür çözülme ve parçalanmaya karşı ne tür önlemler vardır ? Hangileri ihmal ya da ihlal edilmektedir ?
Dini eğitim ve öğretim yapılan kurum ve kuruluşlarda görev yapan öğreticiler( Prof. lardan köy imamı ya da Kur’an öğreticisine kadar) kimdir ? Hangi zihniyeti beslemektedir ?
Bu ana sorulardan hareketle soruları daha da çoğaltarak ülke genelinde ciddi, kabul edilebilir ve milletimizi geleceğe taşıyacak, sorumluluklarını bilen bir nesli yetiştirecek yeni bir yapılanma, ihya ve inşa hareketi elzem görülmektedir.
Böyle bir yapılanma İHL ve İlahiyatların, örgün ve yaygın din öğretimi programlarının yeniden gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Bu ihya ve inşa hareketinde sivil oluşumların katılımlarını sağlamak son derece önemli olup ayrı ve parçalanmış bir yapıyı besleyici öğretilerden kaçınılması gerekir. Buna bağlı olarak dini bilgide içerik ve söylem birliği mutlaka sağlanmalıdır. Aksi takdirde bölünme ve parçalanmayı teşvik ve tahrik eden her türlü oyuna maruz kalmak kaçınılmaz olacaktır.
Millet olma bilinci ve millet olmanın dini kimliğini mutlaka ortaya koymalıyız. Şüphesiz böyle bir bilincin teolojik temeli Kur’an ve Sünnet olacaktır. Hiç bir şahıs ya da kişinin dine dayalı olarak elde etmiş olduğu karizma dinin temel ikşi esasının yerine geçmemelidir.
Dini bilginin toplumsal temeline gelince ; toplum gerçekliğimiz ve dünya gerçeklikleri temel esası teşkil eder. Ama bu gerçeklikler öyle göründüğü gibi basit bir bakışla anlaşılacak ve kavaranacak şeyler değildir. Nasıl ki Kur’an ve Sünneti anlamada uzmanlar gerekiyorsa bu alanda da uzmanların devreye girmesi ve değişen ve dönüşen şartlara göre dini bilginin bu yönü yani toplumsal yönleri sürekli gözden geçirilip yenilenmelidir. Bu durum ihmal edilirse Tarihsel alanda kalan bilgiler ve yorumlar çerçevesinde algılanan, anlaşılan, anlatılan dinden daha çok FETÖ’ler, DAEŞ’ler üretilir. Zira dini bilginin toplumsal yönü ve temeli tıpkı toplum olaylarında olduğu gibi oldukça kaygan bir zeminde seyretmektedir.
Sonuç olarak yazımızda vurguladığımız bazı hususları tekraren belirtmek gerekirse ;
Dünya gerçeklikleri ve Türkiye’nin şu günlerde yaşadığı konjonktürel şartlar yeniden yapılanmayı gerekli kılmaktadır.
Yeniden yapılanmada din son derece önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu derecede öneme haiz olan bir alanı başıboş bırakıp, dini çoğulculuk vb. Postmodern söylemlerle birilerinin insiyatifine terketmek, ülkenin ve milletin geleceğini tehlikeye atmak demektir. Millet olarak varoluşumuz, dinde, dilde birliğe, vatanda dirliğe, toplumsal alanda beraberce bir arada yaşamanın formülünü bulmaya bağlıdır.