“Yurt”

 Daha önceki yazılarımda da belirtmiş idim; Yurt kelimesi eski Türkçe bir kelime olup çadır, otağ anlamına geliyor. Kelimenin evrimi oldukça ilginç gelmiştir her zaman bana. Göçebe yaşayan Türkler, kurdukları çadıra, otağıya  “yurt” demişler, mevsimi gelip de göç başlayınca “yurt”larını sırtlarına alıp yeni “yurt”lar kurmaya başka yerlere geçmişlerdir. Aynı şekilde bu gün çokça kullandığımız oda kelimesi de yine çadır anlamında “otağ” dan gelmektedir. Otağ, yani od (ateş) yakılan yer. Bugün ev anlamına kullanılan ocak kelimesi ile olan bağ da gözden kaçırılmaması gereken diğer bir husus.
Peki bütün bu kelime kökeni oynamacılığı da( ki buna bilim dilinde etimoloji deniyor) nereden çıktı diyorsunuz içinizden.  Anlatayım efendim. Şimdi bu bizim kullandığımız dil sadece ve yalnızca konuşmaya yarayan bir sistem değildir. Evet dilin kökeninde ( konuşma amacı ile) anlaşma, meram anlatma vardır. Anacak dil denilen o muazzam sistem yalnızca bunun için kullanılmaz. Eğer öyle olmuş olsa idi ne şimdiye kadar yazılmış bir tek şiir olurdu ne  roman ne de masal. Küçük bir örnek verelim. Masalcı masal anlatmaya başlar:

 “evvel zaman içinde kalbur saman içinde
  develer tellal iken pireler berber iken
  ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken….” 
 
Hemen her masalın  hiç değişmeyen bu giriş paragrafında anlamlı bir tek söz bulabilir miyiz.
Bu giriş tekerlemesi size normal cümleler ile bir şey söylüyor mu? Telalık yapan bir deve veya berberlik yapan bir pire gören var mı? Peki yüzyıllardır bunları anlatanlar aptal insanlar mı? Elbetteki hayır. Bu tekerleme belki gündelik dilde bize bir şey söylemiyor ancak bize bir şeyler “anlatıyor.”  Ne anlattığı tartışmalı bir konu ve yoruma açık. Ama büyük şairimiz( kim tanır ki onu artık) Asef Halet Çelebi  örneğin bu tekerlemeleri şöyle yoruluyor. Üstada göre masalcı masala başlarken özellikle bu saçma sapan şeylerden bahseder. Çünkü masalların dünyası büyülü ve olağanüstüdür. Masalcıda bu olağanüstülüğe, dinleyiciyi( çocuğu) hazırlamak için peşinen olağanüstülüklerle, saçma  sapanlıklarla, büyülü bir biçimde  başlar. Çocuğu da asıl büyüleyen şey bu olağanüstülüktür işte.

Dil ile yaşanılan veya toplumu ayakta tutan kültür arasında sandığımızdan çok daha fazla ilişki vardır. Milletler kültürel varlıklarını, değerlerini dilleri vasıtası ile gelecek nesillere aktarırlar. Bir dilde tek bir kelime “tek başına bir kelime” değildir. Kelimeler yanlarında görünmez başka kelimeler ile  beraber var olurlar. Örneğin “anne” kelimesi yanında görünmez olarak gezinen “huzur, şefkat, merhamet, güven, ev, baba, kardeş …..” gibi kelimeler ile var olur. Dil, kültür böyle ilerler. Bütün bu sebepler yüzünden millet olarak var olmanın veya tanımlanmanın ilk şartı ortak bir dile sahip olmaktır.
 İnsana en yabancı ses, kendi sesidir. Hepimizin başına gelmiştir. Bir şekilde kendi sesimizi duymak bize korkunç bir yabancılaşma yaşatır. Kendi sesimizin bu kadar farklı olduğunu düşünmeyiz. Esasen kedimiz, tarihimiz, toplumumuz açısından da bu böyledir. Söylemeye çalıştığım şey şu; kendimiz, tarihimiz hakkında bildiklerimiz hep bir sisin, pusun ardındadır. Bir parça berraklığa ihtiyacımız var. Bunu da bize dil ve tarih konusunda biraz titizlenmemiz getirecektir.