"Bu düzen böyle gelmiş, böyle gider mi?

Çokça duymuşuzdur bu lafı. Hatta o kadar girmiştir ki kulaklarımızdan, o kadar işlemiştir ki kafamıza, kendi düşüncemiz bile zannederiz belki.
Bu laf, elbette tarih bilmezliktir ya, biraz da umut yoksunluğudur. Öyle ya, on yıllardır pek çok özgürlük hareketi kanla bastırılmış, hak mücadelelerinde, halk yenilgiye abone olmuş veya küçük kazanımları göremeyecek hale gelmiştir.
Lafı biraz açalım…
İnsanın insan tarafından sömürüsünün henüz başlamadığı ilkel topluluklarda, ortak üretilir, ortak tüketilirdi. Hatta anaerkil topluluklarda, bugünle taban tabana zıt bir biçimde kadın, topluluğa liderlik ederdi. Sonra sadece köleler üretmeye, köle sahibi efendiler ise üretime hiçbir katkıda bulunmamasına rağmen, üretimin hemen hepsine sahip olmaya başladı. Ardından efendiler tarafından, merkezi bir güç olan devlet ve ordu kuruldu. İnsan emeğinin üretkenliğinin artması ve toprağa bağlı üretim biçiminin belirgin olarak öne çıkmasıyla toprak sahipleri (ağaları) ve serfler (köylüler), sırasıyla sömüren ve sömürülen olarak tarih sahnesine çıktılar. Sonra, bilimin hızla gelişmesiyle öne çıkan ve daha üretim açısından daha avantajlı olan bir üretim biçimi ortaya çıktı. Artık, çok sayıda işçinin karın tokluğuna çalıştığı fabrikalar, madenler burjuvanın sahipliğinde işletiliyordu.
…
Bütün bunlar masalvari gelebilir. Biraz daha yakınlaşalım bugüne. Malum, belleksiz bir toplumuz, hızla unutuyoruz.
"80" öncesinde elektrik ne kadardı? Su? Maaşlar? Üniversiteler paralı mıydı? O zaman Petkim, Tüpraş, Erdemir, limanlar, Telekom… özelleşmemişti. Şunu belirtelim, 1980"deki dönüm noktası 12 Eylül darbesi değildi. 24 Ocak kararlarıyla yeni bir sömürü düzeninin şemali çizilmişti. 12 Eylül ise, bu kararların uygulanma aşamasındaki engellerin ortadan kaldırılmasına ilişkin bir yandaş uygulamaydı. Başta belirtmiştik ya, kim kurmuştu devlet mekanizmasını ve onun bekçisi orduyu?
Yazının buraya kadarki bölümünün özeti: “Bu düzen böyle gelmedi.”
Artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, köşe yazarlarının sıkça kullandığı “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözü iflas etmiştir. Bugün ile yarın arasındaki değişimle, yarın ile ertesi gün arasındaki değişim aynı değil. Değişim ivmelendi. Yani, değişimin değişirliği söz konusu artık. Dolayısıyla, bugünden geçmişe bakarak, geleceğe dair öngördüğümüz pek çok durumdan daha keskin ve sert gelişmeler bekliyor bizi. Fakat bu, görünen gerçekliğin ifade edilmesinden alıkoymasın bizi.
Önümüzdeki dönemde ne olacak? Burada ne medyumluk yapıyoruz, ne de hava tahmini. Hemen herkesin rahatlıkla öngördüklerini sıralayacağız.
Sağlık bütünüyle piyasa kurallarıyla işletilecek. Parası olmayanın da, “bir şekilde” tedavi olabildiği devir kapanacak. Keza, eğitim de nasibini alacak. Şu anda devletin elinde bulunan diğer kurumlar da peşkeş çekilecek para babalarına. Temiz su, bir lüks tüketim maddesi olacak. İşsizlik artacak.
Ya alım gücü? İktidarlar hiç bahsetmez oldular ondan. Kişi başına düşen milli gelirin onda birinin dahi bizde olmadığını görüyoruz. Demek ki, birilerinin cebi gittikçe şişiyor. İşte, bu şişme de olanlara paralel olarak devam edecek. Kahin değiliz, ama okuma yazmamız var. Bunların önemli çoğunluğu GATS"ın (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) altına bu halkın adına atılan imza ile taahhüt edilmiş bile. Gerisi de bunların sonuçları.
Bu şişkinlik nereye kadar sürer? Mideyi bozmaz mı?
Pek tabi, bu koşullar, her koşulun yarattığı gibi, karşıtını yaratacaktır, yaratıyor da zaten. Dünyanın dört bir yanından sömürü düzenine karşı sesler yükseliyor. Bu sesleri sıkça duymayışımız, medyanın, falancı mankenin verdiği frikiklere olan düşkünlüğüdür.
Sömürü arttıkça, elbet bu "çatlak" sesler de yükselecek. Yani yığınlar, “Bu düzen böyle gelmedi, böyle de gidemez” diyecekler. Bahsettiğimiz şişkinlik de böyle inecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi
SON YAZILAR