İçimdeki yolculuk
Zaruri ihtiyaçlarla verdiğim molalar... Bazen de kendi isteğimle verdiğim molalar... Belki dinlenmek, belki bir fotoğraf, belki de sadece deniz...
Bir yola çıktım içinde coşku vardı; bir yoldu bu... Üstünde çocuklar oynardı, kenarlarında papatyalar, göğün yüzünde kuşlar... Ne oldu peki? Yol bitti mi? Hayır!.. Ama molalar azaldı, sesler azaldı fotoğraflar azaldı, ben azaldım...
Durduk işte bir yerlerde, durduk ve duruyoruz... Sen sus, ben sus, o sus, sesler kayıp, olmayan ses nasıl kaybolurdu oysa? Can sıkıcı daraltıcı bir başlangıç bu...
...
Hüznü sevmek, uğraşacak ama canımızı yakmayacak mutsuzlukları sevmek, bizi eğlendirecek kendimizi önemli hissettirecek her şeyi sevmek bu. Bohemliği severiz yani. İnsanız insani şeyleri severiz!.. Peki doğal mıyız?
Doğamız mutsuzluk mu, doğamız bohemlik mi, doğamız mı hüzün? Doğalsak takılmayız yaşarız, olması gereken yerde olduğumuz gibi varız. Sorgulamayız, düşünürüz, oradayızdır, gerekli olaylarda gerekli şeyleri zaten yaşarız... Çünkü doğalız...
Doğal bir şekilde gülmeliyiz, konuşmalıyız, hayata bağlı olmalıyız, iyi bir anne/baba, iyi bir eş olmalıyız, kitap okumalıyız, yemeği az yemeliyiz, iyi bir evlat olmalıyız, insanlara saygıyla, doğaya sevgiyle bakmalıyız, emek harcamalıyız, bağıran olursa susmalıyız, 'ben böyleyim'leri kabullenmeliyiz, savaşlara duyarsız, açlıklara duyarsız, insanlara duyarsız, kabullenen insan olmalıyız, sorgulamamalıyız!..
Ne kadar kolay soruluyor ne kadar kolay yanıt bekleniyor oysa... "Savaşları istemiyorum, açlığı istemiyorum, gürültü istemiyorum, bencillik istemiyorum... İnsanca yaşamak insanca paylaşmak istiyorum..."
Aynı kısırdöngüde uzayan salıncakta sallanıyor her şey... Ne inebiliyoruz ne de durabiliyor...
Coşkuyu kaybettiğimiz yerlere dönüyor kısırdöngü içimizde... Coşkulu kıskançlıklarımız bile okşarken başımızı, aradığımız yerlere dönüyoruz.
Sıradan ev hali istemiyoruz, donuk bakış istemiyoruz, yemekleri kadının yaptığı, çocuğa kadının baktığı, erkeğin tersini düşünüp, ama böyle yaşadığı karısıyla artık paylaşmadığı, yani 'herkesler'den olmak istemiyoruz.
Çünkü her birimiz bazen tembel bazen çalışkan. Bazen temiz bazen pis. Bazen kadın, bazen çocuk, bazen yan gelip yatmak isteyen, bazen koşmak...
Ya o, hep çağırılan 'ey aşk!'... Neredesin? Nerede acılaşıyor, nerede katılaşıyorsun? Çok çalışmak, uykusuzluk, yorgunluk, parasızlık, sabırsızlık, işsizlik, kimsesizlik kelimelerinden yardım istenilen yerde, 'ben böyleyim'lerin bir işe yaramayan tesellisi...
Değişmeliyiz... Neden konuştuklarımız farklı? Hayatlarımız farklı? Anlamalıyız.
Eleştirmeye gelince başka erkekleri ya da kadınları ya da başka hayatları, mangalda kül bırakmayız... 'Adam eve gelmiş yemek yokmuş karısını dövmüş'. Ne kadar çok şey konuşuruz üstüne, 'cahillik' deriz, 'parasızlık' deriz, 'hayata dik duramamış bir erkek' deriz, 'karısına dik duruyor' deriz, 'piskopat' deriz, 'ataerkil' deriz, deriz de deriz... 'Enteliz' deriz, 'bizden iyi diyen olmaz'...
Sonra 'kadın eve gelmiş kocasına bağırmış neden bana yardım etmiyorsun diye kavga çıkarmış', dır dır ediyormuş her gün... Başlarız kadın hakkında konuşmaya, 'kadın' deriz, 'ezilmiş' deriz, 'ezecek koca bulduysa ezmeye çalışıyor' deriz, 'dırdırcı' deriz, 'yapacak ev işlerinden başka işi yoktur' deriz, 'kafayı temizlikle bozmuştur' deriz, 'dünyası çocuk, eştir' deriz, bazen 'dırdır' bazen 'dayak' deriz, 'küçüktür hesapları' deriz, 'bazen tutar bazen tutmaz' deriz, akıl veririz... deriz de deriz.
Yani biz enteliz!.. Biz gerçekten kimiz? Arada kalmış hayatının ne olduğunu bilemeyen, bazen yaptığı işlerle, bazen sürgünleriyle, bazen yolculukları bazen tutarsızlıkları, bazen de yazdıkları okudukları ile kendine dönük yaşamı ve sosyal-duygusal ilişkileri ile kimiz?
Hepimiz birbirimizin aynısıyız. Her birimizin coşkuları yitirdiği... Sadece birilerinin yazdığı ve konuştuğu birilerinin de sadece yaşadığı...