Baş Başa II
Umut Can, bugün de, güne yine erkence ve zinde hazırlanmıştı; sabah ezanı ile birlikte. Bu sefer de seherde; herkes kendi döşeğinde; anne ve babası ile iç içe aynı evde halen uyurken. Bundan gayrı, günübirlik yaşantıları sil baştan tekrardan başlamamışken; günahları katlanır, kendileri savrulurken, galibiyet hanelerine ise, henüz bir şeyler yazılmamışken. Zaten, böylesine düşünceden, endişeden çok uzakken, ıssız döşeklerinde düş ve düşünceden yoksun sızıp kalmışken, duyarlı olmalarını, geleceği tasarlamalarını ve nihayetinde tasalanmalarını beklemek safdillik sayılmaz da ne sayılırdı? Oysa ki; Rabbi her an anmak, mutlak mutlakıyeti mutlaka tanımak gerekirdi, değil mi?
Peki ama, bu nasıl başarılırdı? Ansız, zamansız, izansız ve inançsız nasıl yaşanılırdı?
Bizim seyyah ise, her sabah olduğu gibi, bu sabah da yine, engellerini hiçe saymış ve bu şekilde, ev işlerinde, dayısına yardımcı olmaya çoktan başlamıştı.
Velhâsıl, o kadar erken bir vakitti ki; Umut Can"ın güne hazırlandığı, atağa kalktığı vakit, dayısı bile çatı katında, camsız odasında hâlâ uyumaktaydı. Horultusu, tüm evi baştan aşağıya sarmakta; Umut Can"sa, bunu keyifli bir ezgi olarak algılamaktaydı.
Sabahları bu kadar erken kalkmak, evin hemen hemen tüm işlerini tek başına yapmak ise, bizimkinin kendi tercihi, kendi isteğiydi; dayısının uyulması mecburî bir kuralı, emri değildi.
Zaten, Mustafa Dayısı"nın, niye geldiği, ne zaman gideceği meçhul misafirinden, yegâne yeğeninden böyle bir talebi, böylesine menfaatçi bir beklentisi yoktu. Hiç olmamıştı da. Hatta, Umut Can"a bu hususta çoğu defa kızmıştı. Sabahları erkenden kalkmayı da, ona yasaklamıştı. Ama, Umut Can"ın bu huyuna bir türlü engel olamamıştı. Dolayısıyla, Dalyancı da, köy halkı da, bu duruma; dolayısıyla, yabansı konuğa kısa zamanda alışmıştı.
Gerçi, kimileri, bizim dervişi dışlamıştı. Bu aslında kendilerini, benliklerini inkâr etmelerinden ileri gelmekteydi; ama, böyle bilinmemekteydi. Kimisi de, yoksunluğunun, benlik yokluğunun o katlanılmaz, bastırılmaz acısını, Umut Can"dan çıkartacak kadar yezitti. Ki; böyleleri niyeyse pek bir sevilmemekteydi. Esasında, ürkütürdü. Bu nedenle ki; bu yezitlerden, her şey bir sır gibi gizlenilmekteydi. Tümüyle sahteye ve taklide bürünülmekteydi.
Dalyancı ise, sırf alışkanlık edinmesi, sorumluluk kazanması ve en önemlisi de ev ortamına alışması için, Umut Can"dan, kaldığı odayı düzenli tutmasını, sabahları kalktığı zaman, yatağı, yastıkları toparlamasını, pijamasını ve yorganı da katlamasını istemekteydi. Tümü bundan ibaretti. Yoksa, Umut Can"dan, kendi menfaatine yönelik herhangi bir şey beklememekteydi. Hiç beklememişti, zaten.
İzanlı ve prensipli Tanrı misafiri de, dayısını bir kez olsun üzmemiş, sinirlendirmemişti. Yani, Tanrı misafirinden hiç yaka silkmemişti.
Zaten, yabansı konuk, evin işlerini kimselerden yardım beklemeden yaparken katiyen yüksünmez, söylenmezdi. Bilâkis, gecikmezdi. Zaten, her gün tekrarlaya tekrarlaya, ev işlerini kısacık zamanda yapmaya alışagelmişti. Dolayısıyla, bunların üstesinden tek başına gelmek, Umut Can için, olağan gelmişti. Buna ilaveten, ev ödevlerini de hiç ihmal etmemişti.
Her yeni bir gün ile birlikte, Umut Can, yepyeni bir beceri edinmiş; yeni evini de çoktan beri benimsemişti.
Sonuç itibariyle, Umut Can, kötürüm veyahut felçli değildi. Bir tek ayaklarını yitirmişti. Bu nedenle ki; kolluksuz tekerlekli sandalyesi üzerindeydi. Ama, tek bir farkla, korkusuz ve sorgusuzca.
Üstelik, evde tek başına kalınca, daha fazla işin altına el atmaya istekliydi. Kıpır kıpır zindeydi. Her şeye ve her şeyin temelinde engeline ve bu sefil yezitlere rağmen, keyifliydi. Her sabah olduğu gibi, neşesi şimdi de yerindeydi.
Velev ki; dayısı ondan bir şey istedi; sözünü ikiletmezdi. Tüm isteklerini, bir bir yerine getirirdi.
Dahası, bunları yapması, Umut Can"ı dinç tutar; kendine karşı güveni de bir o kadar artardı.
Öyle ki; sürekli ayakta dikili kalıp da, baba ocağında hiçbir işe el atmayan, hiçbir şeye faydası dokunmayan; ancak, sataşkan ve bir o kadar, her şeye karışan bir çocuktan bin kat daha çalışkandı. Umut Can. Zamanı boşa harcamaktan da daima kaçınırdı. Sabahları kalkar kalkmaz ilkin yattığı odanın; sonra, tüm evin camlarını yarıya kadar açar; dolayısıyla, yuvalarına, en ücrada kalan odaya da güneş doğardı.
Umut Can, arda kalan zamanında da, namazını kılar; ardından, sahanlığa çıkar; orada, karatavuğa, koyunlara ve dayısının akvaryumundaki alabalıklara yem atardı.
Nedendir bilinmez, pek anlam verilemez; bitişik komşunun hindisini de kızdırdıktan sonra, köy meydanına inerdi. Topal bakkal Erdal ağabeysiyle sohbet ederdi. Ondan kendisi ve üst mahalledeki Hacı Nine"nin tekir kedisi için, iki şişe süt alır. Karataş Fırını"na da, dayısının sevdiği şekilde ince ve uzun bazlamaç yaptırırdı.
Ki; köydeki kimi çocuk halen mışıl mışıl uyurken, bizim kara yağız, kucağında kahverenginde bir file ile çoktan eve dönmüştü. Ardından, kahvaltılıkları çıkartmıştı; dünden kalan bazlamacı ısıtmıştı. Bu arada, dayısı da uyanmış olsa gerek, horultusu kesilmişti.
Velhâsılıkelâm, Umut Can, bu tutumuyla, Mustafa Dayısı"na olan bağlılığıyla, üşenmek nedir bilmez hamaratlığıyla, köyde herkesin ilgi odağı, hain hindici Halim"in merak konusu, Hacı Nine"nin de uğurböceği olup çıkmıştı.
Tüm fedakârlıklarına karşın, çocuklarına söz geçiremeyen analarsa, Umut Can"a gıptayla bakarlardı. Feryat figan; Ah, seni doğuracağıma; benim çocuğum Umut Can olsaydı! diye yakınırlardı. Yakarışları, ta Kandilli Camii"nden duyulmaktaydı. Köydeki hemen hemen tüm anaların başını böyle bir bela sardığından da, kimse kimseyi ayıplamazdı. Dahası, bağrış çağrışları duyulmadı sayılırdı. Kınanmazlardı. Nihayetinde, herkes birbirini, kendini bildiği gibi, pekâlâ tanırdı. Çünkü; hiçbiri karşısındakinin takındığı maskeye yabancı değildi. Kendisinde de vardı; yüzüne, benliğine sımsıkı sarılıydı. Ki; asıl hor görülmesi, acınılası olan, bu sargıların bu kadar yaygın olmasıydı. Yok sayılamazdı.
Bu nedenle ki; Umut Can, köydeki çocukların, okul arkadaşlarının nefretini üzerine çeker; başına bela kesilirlerdi. Onunla sürekli didişirlerdi.
Aslında, onun bu huyuna ve tavrına, çalışkanlığına imrenirler; dolayısıyla, Umut Can"a gizliden gizliye özenirlerdi. Oysa, Umut Can"ın başına bela kesilmelerine nihaî ceza, onu yok görmeleri gerekmez miydi? Gerçi, kimisi böylesi bir tavır takınırdı. Takınırdı takınmasına; ama, bunu da, yüzüne, gözüne bulaştırırdı. Okulda alay konusu olup, yüzü kızarırdı. Dolayısıyla, kendi kazdığı kuyuya; Umut Can değil, kendisi düşerdi.
Dalyancı"nın bu heyulâsı, savı bir yana, küçük Yiğiter, o çocukları ve ona karşı tavırlarını, it dalaşını andıran alçaklıklarını hoşgörüyle karşılardı. Tüm bunları yok sayardı.
Buna ilaveten, bu sabrından, tevazusundan, kayıp değil, kazanç; suluboya çalışmalarına da fayda elde ederdi. Çünkü; kendisini, çevresini ve yaşayıp gördüklerini, izlenimlerini, resimleri ile ifade ederdi; dobra dobra ve başarıyla. Ayna tutarcasına.
Sabah hamaratlığınıysa, her sabah fırında kendi gibi, ince ve uzun bazlamaç yaptıran Yunan kızına borçluydu. O kızı ilk gördüğü günden beri içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetmişti. Öyle ki; onlar, her sabah, öğleden sonra köy meydanında buluşmak üzere sözleşmişlerdi.
Gerçi, bu ikili birbirlerinin dilini pek bilmezdi. Ama, birbirlerine köy ortamında olmalarına karşın, pekâlâ uyum sağlar; birbirlerini çok iyi anlarlardı.
Dahası, Umut Can"ın tek kaygısı; yarınını tasarlamasıydı. Esasen, bunun hazırlığındaydı. Bu yüzden, zaman ve mekân kavramı, ağır basmaktaydı. Dolayısıyla, tasalanmakta asla haksız sayılmazdı.