FETİH, FÂTİH VE İSTANBUL’UN FETHİ

 

“Fetih” kelimesi, Şemseddin Sâmi’nin “Kâmûs-ı Türkî” adlı Türkçe Lügati’nde;  “açma, küşâd, zaptetme; yenme, üstün gelme, zafer”(1) mânâlarına gelmektedir. Arapça bir isim olan kelimenin aslı “feth”dir.  “Fâtih” ise “bir memleketi ele geçiren, fetheden, açan”(2) demektir. “Fetih” ve “Fâtih” kelimeleri, İstanbul’u köhne Bizans’ın elinden alan, eski bir devri kapatıp yeni bir devri açan, ulu Haka’nın mümtaz şahsiyeti ile bütünleşmiş ve o’nun değişmeyen lâkabı olmuştur.

 

            Büyük tarihçimiz Prof. Dr. Osman Turan’ın ifadesiyle; “Bu mübârek zafer ecdâdın  eserlerinde daima ‘feth-i Celil’  veya ‘feth-i Mübin’ adları ile tebşir edilmiş ve İstanbul şehri de, sık sık, Kur’ân dili ve ‘Belde-i Tayyibe’ (mübârek belde) sıfatını kazanmıştır.”(3)  Nitekim Kur’ân’da geçen ‘Beldetün tayyibetün’(4) Ayeti’nin zamanın tefsir âlimleri tarafından İstanbul’u işaret ettiği mevzusunda fikir birliğinde olduklarına dair değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Bütün bu değerlendirmeler ve şerhler, Hazreti Peygamber Efendimiz’in (sellallahü aleyhi vesellem) hadîsleriyle de desteklenerek tebcil ve tebşir olunmuştur:

    

“İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onun askerleri ne güzel askerdir.(5)

 

Fethin mânevî mimarlarından, Fâtih’in Hocası Ak-Şemseddîn Hazretleri: “Begüm bu kal’anın fâtihi sen olasın deyü âlem-î şehzâdelikte sana tebşir ettik”(6) ve “elem çekme begüm, İslâmbolu fethedeceksiniz”(7) diye  açıkça Hakan’a müjdelemiştir.

           

            İstanbul’un dillere destan güzelliği, tarihin en eski devirlerinden beri dikkati çekmiş ve “cihânın en güzel beldelerinden birisi” olarak bilinip beğenilmiştir.

 

            İslâm’ın yüce Peygamberi’nin (sellallahü aleyhi vesellem) bu kutlu beldeyi işaret etmesi, İslâm ordularının zaman zaman buraya seferler düzenlemesi, basit bir teşebbüs olarak düşünülemez. İslâm’ın asırlar süren ilerleyişiyle beraber, Türk Sultanları tarafından da aynı kararlılıkla fetihlere devam edilmesi; hep o yüce idealin bu mübârek beldenin fethinin gerçekleşmesi için yapılan teşebbüslerdir. Türkler tarafından daha önce yapılan pek çok  fetih gibi, İstanbul’un fethi de dünya tarihinin seyrini değiştirmesi bakımlarından yüce Allah’ın (azze ve celle) Türk Milleti’ne bir lütuf ve ihsânı olarak düşünülmelidir.

 

 “Gerçekte, İstanbul daha devletin ilk kuruluş yıllarından itibaren bütün Osmanlı Türklerinin adeta bir ‘Kızıl-elması’ millî ülküsü olmuş”(8); bu sebeple fethin bir an önce gerçekleştirilmesi bir mecburiyet halini almıştır. Bu saikle, “İstanbul’un Osmanlı Türkleri tarafından ilk ciddi muhasarası Türk akıncı ruhunun Anadolu yaylalarında ilk temsilcisi Yıldırım Bayazid Han’la (1389-1402) başlamış”(9); sonraki padişahlar devrinde de bu yüksek arzu hep devam etmiş; fakat fetih, ilâhî bir tecelli olarak Sultan İkinci Mehmed Han’a nâsip olmuştur.

    

Türk devlet geleneğinden kaynaklanan bir anlayışla; “Eski Türk ilâhi hâkimiyet telâkkisi”(10)ndekine benzer şekilde “Fâtih de, eski Türk kağan ve sultanları gibi,  kendi askerlerini ‘Allah’ın ordusu’ (Cund-Allah) telâkki”(11) etmiştir. Bununla beraber, Osman Gazî kendi adıyla hatırlanacak ve altı asır sürecek devletinin temellerini  atarken, bir baba olarak halefine bizzat kendi yazdığı; “Manzûme-i Sultan Osman”(12) adlı öteleri işaret eden şiiri ile seslenmiştir:

Gönül kerestesi ile

            Bir yeni şehr ü pâzar yap

            Zulm eyleme rencberlere

            Her ne ister isen var yap.

 

Eski yeni şehri bârı

            İnegöl’e dek hep vârı

            Kırıp geçirdik küffârı

            Bursa’yı da yık tekrar yap.

 

            Kurt olup gel gir sürüye

            Arslan ol bakma geriye

            Çâr olup hay de çeriye

            Dil geçidini hisar yap.

 

            İznik şehrine hor bakma

            Sakarya suyu gibi akma

            İznikmîd’i de al yakma

            Her burcunda bir hisar yap.

 

Osman Ertuğrul oğlusun

Oğuz Karahan neslisün

Hakk’ın bir kemter kulusun

           İstanbul’u aç gülzâr yap.(13)

 

Bu şiirde, tahta çıkacak sultanların takip edecekleri hedeflerin zihin haritası; ince, nezih bir dil ve üslûpla çok güzel çizilmiştir. “Kızıl-elma” hâkimiyet telâkkisinin zulümle değil, gönüllere şefkat, merhamet ve adaletle muamele edilerek  te’sis edilebileceği belirtilmiştir. Ayrıca bu şiirde geçen:

 

“Osman Ertuğrul oğlusun

Oğuz Karahan neslisün”

 

ifâdelerinde, mensup olunan menşe’ye (soy kütüğüne) şuûrlu olarak atıfta bulunulmuştur. Buradaki atıf,  hem tarihî bir tenbih ve ikaz, hem de dünkü, bugünkü ve yarınki “devletlü”leri de bağlayıcı bir “vasiyet” niteliğindedir.  Tıpkı Büyük  Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın: “Kaç defa söyledim. Biz bu ülkeleri silâh kuvveti ile aldık. Temiz Müslümanlarız ve bid’at bilmeyiz. Bu sebepledir, ki Allah hâlis Türkleri  aziz kıldı”.(14) deyişindeki “Türk”e yaptığı  atıf gibi bu da son derece dikkate şâyândır.

 

            Sultan İkinci Murad Han, oğlu Şehzâde İkinci Mehmed’i, devrinin en ileri seviyedeki bilgilerine sahip âlim hocaların elinde ve tecrübeli devlet adamlarının yanında yetiştirmiştir. Maddî ve mânevî olarak en sağlam bir muhit ve devrin en kudretli ordusunu şehzâdenin emrine tahsîs etmiştir.

           

            21 yaşında tahta çıkan genç padişah, ilk iş olarak fetih için elzem olan “Rum-eli (Boğaz-kesen) hisârını birkaç ay zarfında inşa edip, asker ve toplarla doldurup boğazı emniyete”(15)almıştır. Hisâr ve kulelerin   şekli Hazreti Peygamber’in (sellallahü aleyhi vesellem) ve kendi  adı ile müsemmâlı olacak şekilde  inşa ettirmiştir.  Ayrıca kale adının harfleri “Küfî yazı” ve “Ebced”  hesabına göre 92 sayısına tekabül ettiğinden 92 burç ve dirsek, “Han” isminin  karşılığı olarak da 600 dendân yaptırmıştır.  Saray ile ordu içerisinde birlik, dirlik, beraberlik ve disiplini sağlamış ve o’nun bu teşebbüsünü engellemeye çalışanları bir bir saf dışı bırakarak cezalandırmıştır. İstanbul’un fethi için lâzım gelen bütün tedbirleri almış, hiçbir ayrıntıyı atlamamaya hususî bir gayret sarf etmiştir. En önemlisi de Padişah, surların dişlerini sökecek  olan “Şahi” adı verilen  topların çizimlerini bizzat kendisi yapmış; topların Edirne’de dökülmesinde mimar Muslihiddin Ağa, Saruca Paşa ve Macar asıllı Urban birlikte çalışmışlardır. Yetmiş iki parça gemiden meydana gelen donanmayı, karadan ve bir gece ânîden  Beşiktaş’tan yürüterek, Haliç’e indirmiş ve seyyâr kulelerle de şehri tamamen abluka altına almıştır. Böylece fetih hazırlıkları büyük bir gizlilik ve titizlik içinde yürütülmüştür. Sahip olduğu devletin; güç, kuvvet ve  kudretine yakışır şekilde “Fâtih Edirne’den muhteşem ordusu, muazzam topları ve başta Ak-Şemseddin, Akbıyık ve Molla Gürânî olmak üzere yetmiş kadar büyük âlim, veli, şeyh ve dervişler ile birlikte İstanbul’a doğru harekete geçmiş”(16) ve nihayet hücum için beklenen an gelmiştir.

 

6 Nisan 1453 tarihinde başlayan ilk hücum ile birlikte surlar dövülmeye başlanmıştır. Hücumlar umumiyetle göğüs göğüse, boğaz boğaza  gece yarılarına kadar devam etmiş, fakat Bizanslılar bütün güçleriyle bu hücumlara karşı koymaya çalışmışlardır. Aralıksız top atışlarıyla dövülen surlarda Mayıs’ın ilk haftasında gedikler açıldığını gören Padişah, arka arkaya hücum emirlerini tekrarlamış, lâkin Bizans’ın mukavemetini kıramamıştır. Bizans’ın sulh teklifini ‘Ya ben şehri alırım; ya şehir beni!’(17) diyerek geri çevirmiştir.  Mayıs’ın  son haftasına kadar pek çok kere tekrar edilen hücumlara rağmen başarı elde edilemediğini gören hükümdar, çok huzursuzlanmış ve mürşidi Ak-Şemseddin’den fethin müyesser olması ve vakit tayini için himmetini istemiştir. Ak-Şemseddin de derin bir vecd ve istiğrak halini yaşayıp kendine geldiğinde Padişah’a: “Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisâra yürüyüş ola; izni Hudâ ile bâb-ı zafer feth olub ezân sadâsı ile sûrun  içi  dola. Gün doğmadan Gaziler sabah namazını hisâr içinde kılalar.”(18) müjdesini vermiştir. Bu müjdeyle  kendine gelen Padişah ve Hocası Ak-Şemsedin Hazretleri; nihai ve kesin hücumun başlayacağı 29 Mayıs 1453 gecesi, fethin müyesser olması için sabaha kadar Cenabı Hakk’a (azze ve celle) niyazda bulunmuşlardır. Fetih harekâtı, sabahın şafak vaktinde mehter marşları, davullar ve kösler eşliğinde başlamıştır. Peş peşe ateşlenen topların gök gürültüsünü andıran velvelesiyle Bizans surlarına yağan ve  surların dişlerini söken “güllelerin” yaydığı alevler, âdeta Bizans’ın hazîn sonunun geldiğine şahitlik etmiştir. At kişnemeleri, kılınç şakırtıları, Tekbîr ve Tehlîl sedâlarının semâları kapladığı hengâmelerde; ikinci ve üçüncü hücum emirlerini veren Padişah’ın kendisi de bizzat beyaz yağız küheylanının üstünde yalın kılınç çarpışmıştır. Padişah’ı bu halde gören askerlerin şevk ve heyacanı  birkaç kat daha artmıştır. Mücahit gaziler, korku nedir bilmeyen cihângirler olarak şehâdet şerbetini içmek için birbirleriyle yarışırcasına surlara tırmanmışlar; topların açtığı cehennemî ateşin altındaki Bizanslılar ise şaşkın bir vaziyette kendi akibetlerini beklemişlerdir. Padişah’ın son bir hücum emri daha vermesiyle, mücahitler, göklerden kopup gelen yıldırım, kasırga ve şimşek gibi birkaç koldan atılarak gök kubbeyi çınlatan Tehlîl ve Tekbirât sesleri eşliğinde surların üstüne çıkmışlardır. Bu sırada atılgan, çevik ve iri yapılı, gözü pek bir bahadır yiğit olan Ulubatlı Hasan, bir grup arkadaşıyla surlara tırmanarak “Tevhîd Sancağı"nı dikmiş  ve orada şehadet şerbetini içerek rütbelerin en yükseği olan şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Onları bir sel tufanı gibi arkadan gelen  mücahit gaziler takip etmiştir. Nihayet Bizans’ın en muhkem korunan kalesi düşmüş; Hazreti Peygamber’in (sellallahu aleyhi vesellem) Hadîsi Şerîfi tahakkuk etmiş ve İstanbul’a Topkapı’dan “Tekbîr” ve “Tehlîl”lerle giren “Fetih  Ordusu” şehri teslim almıştır.

           

 

    Fatih’e  izafe edilen beyit şöyledir: 

    (Molla Hızır Bey-Çelebi tarihi)

 

“Feth-i İstanbul’a nusret bulmadılar evvelûn

            Feth idüb Sultân Mehemmed kıldı târîh âhirûn”(19)

 

Muhteşem zaferin ardından; cihân sultânı ile mânâ sultânı birbirlerini; “Büyük veli Ak-Şemseddin Pâdişah’ı ve gazileri, pâdişah da askerlerini, Hazreti Peygamberin tebşir ve tebciline mazhar olmakla tebrik”(20) etmişlerdir.

           

            Fâtih, İstanbul’un fethinden sonra, Ak-Şemseddîn Hazretleri’nin huzuruna girerek ellerini öpmüş, boynuna sarılmış; irşâdından faydalanmak istediğini söylemiştir. Fakat büyük velî bunu kabul etmemiştir. Padişah’ın bu duruma üzüldüğünü gören Hocası, Sultân’a; bu halin lezzetini tattığı takdirde vazifesini ihmal edebileceğini, din ve devletin bundan zarar görme tehlikesinin bulunduğunu ifâde etmiştir.

 

 Fâtih Sultân Mehmed Hân, fethin sevincini başta hocaları olmak üzere gazilerle paylaşmıştır. Fethin akabinde  beyaz at üzerinde Topkapı’dan şehre girmiş ve  “doğruca İslâm ve Türk Kızıl-elmasının kalbi olan Ayasofya”(21)ya gitmiş; atından  inip şükür secdesine  kapanmıştır. Kendisini karşılayan, panik içinde  ağlaşan ve yerlerde sürünen Patrik ile Bizans halkına hitap eden Fâtih: “-Ayağa kalk. Ben Sultan Mehmed sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bu günden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.”(22) sözleriyle, Türk’ün asâletine yakışan şefkat ve  merhameti göstererek, gayrimüslim halkı rahatlatmıştır. Fâtih, fetihten üç gün sonra, fethin sembolü olan Ayasofya’yı derhal Cami’ye çevirerek yanındaki gazilerle beraber ilk Cuma Namazı’nı kılmıştır.  Başka bazı rivâyete göre de  Ak-Şemseddîn hutbeyi irâd etmiş, Padişah da imamet makamına geçerek namazı kıldırmıştır.

 

Fâtih, fetih  sonrası gelenek olduğu üzere,  bütün cihânın belli başlı merkezlerine “fetihnâme”(23)ler göndererek, muhteşem zaferini ilân etmiştir.  

 

Ak-Şemseddin Hazretleri, Padişah’ın isteği üzerine, Eyûp Sultan Hazretleri’nin (Radıyallahü Anh) mübârek kabrini keşfederek, işaret koydurtmuştur. Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu büyük Sahabe’nin bulunduğu yerde; “beş sene sonra orada  türbe, câmi, medrese ve imâret inşa”(24) ettirmiştir.  

                       

Hükümdarda İstanbul hasreti o kadar derindir ki; “Türk şiirinde ilk defa İstanbul ve Galata isimlerini kullanan Osmanlı-Türk şâiri Fatih Sultan Mehmed”(25)olmuştur:

 

“Avnîyâ kılma gümân kim sana râm olmaz nigâr

Sen Sitanbul şâhısun ol Galata nun şâhıdur”

 

[Ey Avni! Sevgilinin sana boyun eğeceğini sanma

Sen  İstanbul şahısın, o Galata’nın şahıdır]

 

İman, ilim, ahlâk, şecaat, celâdet sahibi Sultan Fâtih ile dünya yeni bir nizâma da kavuşmuştur. Bu Türk Kızıl-Elma mefkûresinin Fâtih’in cihangirlik şahsiyetiyle birleşerek “İ’lây-ı Kelimetullah” dâvâsının bir güneş gibi cihânın üzerine dalga dalga yayılmasına  vesile teşkil etmiştir. Fethin mânevî havası Türk-İslâm milletlerini büyük bir sevince gark ederken; Batı dünyasını şaşkınlık, ürküntü ve teessüre sevk etmiştir. Kayser’in taht şehri el değiştirmiş, Türklere engel teşkil eden Avrupa “fütuhat” yolu kesin olarak açılmıştır.

 

Netice itibariyle Fatih’in, daima içinde yaşattığı zafer sırlarının ve “Cihân hâkimiyeti Mefkûresi”nin: “Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir pâdişah ve İstanbul da cihânın payitahtı olmalıdır.“(26) telâkkisine bağlı ebedî inancı; bahtiyarız ki, kendinden sonraki Müslüman Türk evlâtlarının ruhlarında da  hep yaşatılmıştır.

 


        DİP NOTLAR:

 

  (1)  Şemseddin Sâmi;”Temel Türkçe Sözlük Sadeleştirilmiş ve Genişletilmiş Kâmûs-ı Türkî”, Tercüman   

      Gazet si’nin bir kültür hizmeti olarak hazırlanmıştır. İstanbul, s.373.

(2)   Şemseddin Sâmi;  a.g.e. s.364.

(3)   Prof.Dr.Osman Turan; “Türk Cihân Hâkimiyeti   Mefkûresi Tarihi”; Nakışlar Yayınevi, II’nci Basılış, 

      İstanbul,  1978, C.I-II. s.378.

(4)   Prof.Dr.Osman Turan; “Türkler Anadolu’da”, Hareket   Yayınları, I’nci Basılış, İstanbul, 1973, s.24.

(5)   Prof.Dr.Osman Turan; “Türk Cihân Hâkimiyeti   Mefkûresi Tarihi”; Nakışlar Yayınevi, II’nci Basılış, 

      İstanbul,  1978, C.I-II. s.360.

(6)   Prof.Dr.Osman Turan; a.g.e. s.366.

(7)   Prof.Dr.Osman Turan; a.g.e. s.367.

(8)   Prof.Dr.Zekeriya Kitapçı; “Hz.Peygamberin   Hadislerinde Türk Varlığı”, Selçuklular, Moğollar,

      Osmanlılar, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı   Yayınları İstanbul,1988, s.210.

(9)   Prof.Dr.Zekeriya Kitapçı, a.g.e. s.210.

(10)  Prof.Dr.Osman Turan, a.g.e. s.379

(11)  Prof.Dr.Osman Turan, a.g.e. s.379

(12)  Ahmed Cevdet Paşa; “Kısas-ı Enbiyâ  ve Tevârih-i Hulefâ”, Bedir Yayınevi,  tarihsiz, İstanbul, II.Cilt, 

        s.520.

(13) Ahmed Cevdet Paşa;  a.g.e. s.520.

      Prof.Dr.Osman Turan; a.g.e. s.363.

      Prof.Dr.Ahmet Şimşirgil;“Birincil Kaynaklardan  Osmanlı Tarihi Kayı-I”, Tarih ve Düşünce Kitapları,      

      Birinci Baskı, 2004, İstanbul, s.46-47.

      Prof.Dr.Zekeriya Kitapçı; a.g.e. s.210.

(14)  Prof.Dr. Osman Turan,; a.g.e. s.275.

(15)  Prof.Dr. Osman Turan,; a.g.e. s.370.

(16)  Prof.Dr. Osman Turan,; a.g.e. s.370.

(17)  Prof.Dr. Osman Turan,; a.g.e. s.373.

      Prof.Dr.Ahmet Şimşirgil, Kayı-II (Osmanlı Tarihi Cihan Devleti), Timaş Yayınları 11’rinci  Baskı 

      İstanbul 2014.  s.149; [“Padişah gelen elçilere, Ya ben Bizans’ı alırım, ya Bizans beni  diyerek cevap

      verdi.”]  

(18)  Prof.Dr.Osman Turan; a.g.e. s.373

       Prof.Dr.Zekeriya Kitapçı; a.g.e. s.214.

(19)   Prof.Dr.A.Süheyl Ünver, “İstanbul Fethiyle Kalelerinin Manzum ve Mensur Tarih İbareleri”;  İstanbul 

       Fethi Derneği Neşriyatından  Sayı: 16; İstanbul Halk Basımevi , 1953,  s.16.

(20)  Prof.Dr.Osman Turan; a.g.e. s.374

(21)  Prof.Dr.Osman Turan; a.g.e. s.376.

(22)  Ord.Prof.Dr.İsmail Hakkı Uzun Çarşılı; “Osmanlı Tarihi”, Türk Tarih Kurumu Yayınları I. Cilt. 4. Baskı,

       Ankara, 1982,  s.491.

(23)  Prof.Dr.Zekeriya Kitapçı; a.g.e. s.220.

(24)  Prof.Dr.Osman Turan; a.g.e. s.375.

(25)   Prof İsmail Hikmet Ertaylan; “Fâtih ve Fütûhâtı” İstanbul Fethinin Beşyüzüncü Yıl Dönümü  Münase-

       betiyle  Yapılan İ.Ü Edebiyat Fakültesi Yayınlarından; C. I. Millî Eğitim Basımevi İstanbul, 1953, s.225

(26)  Prof.Dr.Osman Turan; a.g.e. s.378

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet ŞAHİN Arşivi
SON YAZILAR