Seyirci
Seyretmek her ne kadar edilgen bir iş gibi görünse de seyrettiğiniz şeyi anlamayı veya keyif almayı istiyor veyahut da anlayıp üzülmeniz gerekirken gülümsediğinizi farketmek istiyorsanız -garip, ama bazen arzu edilir- asgari düzeyde de olsa bir hazır bulunuşluk düzeyine sahip olmanız gerekir. Yani seyrederken sizden beklenen bir anlama yolu vardır.
Elbette seyredilmesi için hazırlanan bir sinema filmi, belgesel film, tiyatro oyunu veya sadece oyun olabilir. Önemli olan baktığınızda ne algıladığınızdır. Genel olarak seyredilecek her şeyi oyun olarak adlandıralım. Oyunu seyreden kişiyi üzmek, şok etmek, mutlu etmek, güldürmek, korkutmak istiyor olabilirsiniz. Ve bunun için oldukça güzel bir oyun hazırlamış olabilirsiniz. Fakat seyirciniz, bir türlü gülmesi gerektiğini anlamayan bir ahmaktır mesela. Çıkışta seyircinizin ahmaklığını arkadaşlarınıza saatlerce anlatabilirsiniz. Çünkü onlar gerçekten arkadaşlarsa (sizce tabi) sizi üzmeden, onaylar kafa hareketleriyle, sözcüklerinizi takip etmeye çalışırlar muhtemelen.
Ya gerçek böyle değilse? Oyununuz yanlış hazırlanmışsa? Bu durumda, daha iyi anlaşılmak gibi bir kaygınız varsa; seyircinizi -bu dinleyiciler için de geçerli olabilir- kendi açtığınız kursa kayıt ettirip bir iki sene içinde sizi anlamaya başlamaları için epey ter dökmeniz veya seyircinizle aynı dili yakalamak için dilinizi yontmanız gerekir.
Bir oyuncu -oyunu hazırlayan anlamında- için en zor şey zannediyorum kendisini kimin seyredeceğini bilememesidir. 5 yaşında bir çocuk ya da onun 75 yaşındaki büyükannesi olabilir sözkonusu seyirci. Aile boyu bir seyirci topluluğu da olabilir. Ülkemizde eğitim ortalamasının 4,5 (dört buçuk) sene olduğu düşünülürse, seyirciniz 1. sınıf öğrencisi de olabilir, doktora tezini hazırlayan bir akademisyen de.
Bu durumda oyuncu, ortalamayı alıp lise düzeyinde oynadığında pek tabii ki kendisini kesinlikle anlamayanlar ve çok karmaşık bulanlarla, onu çok çocuksu bulanlar arasında kalacaktır -burada çocuksu bulan 1. sınıftaki de olabiliyor-.
Nitekim oyuncunun işi zordur. En güzeli seyircisini ortalama bir düzeye çekmektir ki seyirci genellikle aynı şeyi anlasın oyundan.
Sadece oyuncunun işi değildir elbet zor olan. Seyirci de anlamadığı şeyler uçuşurken gözünün önünde bunalımlara sürüklenebilir ya da kafası iyice karışıp alıklaşabilir. Kimi seyirci de seyrettiğinden anladığı şeyleri anlatmaya çalışırken, kendisini seyredecek kadar ileri bir seyircilik üslubu geliştirmiştir ki her sahneyi çözümler.
Bu tür seyirci için oynanan oyun, ortalamaya oynanıyorsa, sanırım seyretmek oldukça zahmetli bir iş olacaktır onun için. O da, bir önceki anlamayan seyirci gibi fakat bu sefer fazla anlamaktan dolayı sıkılacak belki de bunalıma bile girecektir. Yani seyirci için bunalıma girmek gibi bir risk sürekli vardır.
Akıl ve ruh sağlığını korumak her seyircinin arzusudur muhakkak. Akıl ve ruh sağlığını korumak için zaman zaman farklı şeyler seyredilebilir. Daha basit veya daha karmaşık oyunlar bu konuda seyirciye yardımcı olabilir. Tabi seyretmemeyi seçmek de seyirci için bir seçenektir.
Bu arada oyuncuda ve seyircide paylaştıkları ortak mekanı (sahne ve oturulan yerler olsun) beraber solumanın getirdiği bir ortaklaşma olması kaçınılmazdır. Bazen o kadar ileri gider ki bu ortaklaşma; seyircilerden oyuna dahil olanlar olabilir veya oyunculuğu bırakıp seyirci koltuklarına geçenler olabilir.
Seyretmeme seçeneğini kullanıp caddelerde aylak aylak dolaşmak her ne kadar bir serbestlik alanı oluştursa da eğer seyircinin aklında hala: "Ne demişti o? O kimdi? Bu neydi?" soruları oyunla ilgili dönüyorsa, bazı oyuncular için seyirci olmaya başlamış demektir. Yani dalından tutup yenebilir bir süre sonra.
Algılama ve anlama farklılıklarımıza, yaşam şartlarımız, eğitim-bilgi düzeyimiz, tecrübelerimiz gibi birçok şey etki edebilir. Bundan dolayıdır ki dünyaya baktığında, bazılarımız ormanlar, bazılarımız kereste, bazılarımız da masmavi bir gezegen görürüz.
Oyundan çok bahsedince oyun teorisinden anladığım kadarıyla bir değinme yapıp geçmek isterim. Herkesin aynı anda aynı şeyi anlayıp, kazandığı bir oyun icat edilirse oynamak için sabırsızlanan, suya ve buğdaya hasret milyarlarca seyirci olduğuna eminim.
Seyircinin de oyuncunun da mekan sahibiyle olan ilişkilerinden en kazançlı çıkan sanırım mekanın sahibidir. Çünkü ne oyuncunun ne anlattığını ne de seyircinin ne anladığını umursar o. Sattığı sahneye ve koltuklarına bakar daha çok oyun boyunca. Koltukları çizen yaramaz çocukları da arada bir azarlayarak tabii.
Seyircinin aslında çok da edilgen olmadığını söyledim, ama galiba genellikle edilgen bir iş yapmaktadır. Yani oyunculuk kabiliyeti olmasa da senaryo yazılırken söz sahibi olmak istemesi onu bu edilgen konumundan çıkarabilir.
Bazı televizyon dizileri, seyircilerinin bir sonraki bölümde ne seyretmek istediklerini sorarak anketler yapmaktadır. Bu durumda oyunda söz sahibi olan seyirci, oyunu daha çok sahiplenebilmekte ve oyun, bazen çok basit, bazen çok karmaşık bir hal alabilmektedir.
Senaryo yazarlarından -oyun yazarı diyelim- Bertolt Brecht "Oyun Yazarının Şarkısı"nı yazmıştır. Son söz yerine geçer (yazı için tabii). Çünkü kendisi seyretmekten bıkmış ve kalemi eline alıp hayatın üzerine yazmıştır.
"Ben bir oyun yazarıyım.
Gördüklerimi gösteririm, insan pazarından
Gördüklerimi. İnsanca davrananları
Gösteririm ben, ben oyun yazarı.....
.......Sözcükler birbirine seslenir yazarken ben.
Anne oğluna ne söyler
Müteahhit, altındakilere ne buyurur
Kadın adama ne yanıt verir
Bütün sahte sözcüklerle, bütün yukarıdan bakanları
Yalvarıcıları, yanlış anlaşılanları
Yalancıları, bilgisizleri
Güzelleri, gönül kırıcıları
Hepsini yazarım ben......."
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.