TENCEREDE TAŞ KAYNATMAK
Taşları kaynatabilseydik. Hazmedebilseydik taşları, ne iyi olurdu. Gerçi, yaşayan herkes taş yiyebildiği için, “ekmek derdi” lafı, “taş derdi”ne bırakırdı yerini ya... Yine de çok derinleştirmeden, bir tatlı hayal olsun işte…
Biraz daha özgür olurduk büyük ihtimal. Biri, yediğimiz taşı elimizden alacak diye endişe etmezdik. Nasılsa dağ bayır taşla dolu… Sağa sola da atamazdık, kavga aracı olarak kullanamazdık; iyi de olurdu… Yolda, ayağımıza takılan taşlara da sövemezdik ağız dolusu; ne olsa “nimet”, sövülmez, diye düşünürdük.
Taşları kaynatabilseydik. İki üç parça şöyle, rengârenk taşlar. Açlık çeken ülke kalmazdı. Baktıkça içimizi yakan, o, iskeleti çıkmış çocuk resimleri çıkmazdı karşımıza.
Gurbet derdi de yaşanmazdı büyük ihtimal. Ancak, geçim derdinden başka dertlerle giderdi giden…
En ağır korkudur geçim korkusu. İnsan, kendi içinde alçalmış hisseder; hele bir de ekmek derdiyle tavizler vermişse… Sabahattin Ali öykülerinden birinde, hani içerdeki kocasını iyi bir yere alsın diye iki kaz getirilen ve o iki kazı alsın diye mahkûmun o gün öldüğünü söylemeyen gardiyan gibi. Kim bilir ne kadar kötü hissetmiştir kendini. Taş yiyebilseydi, iki kaz için alçalır mıydı?
Taşları kaynatabilseydik. Hazmedebilseydik.
Taşlar kaynamaz. Hazmedilmez. Çiğnenmez.
Taşları kaynatsaydık, biri çalar mıydı bizim de kapımızı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.