Ahmet Ufuk Erkan

Ahmet Ufuk Erkan

BU ÖFKE NEREDEN

BU ÖFKE NEREDEN

 

                        Bu öfke; bu yakıcı, kırıcı, dolup taşan bu öfke… Nerelerden gelip de birikiyor? Ve neden, hiç aklımızda yokken, bir o kadar plânlıyken… Neden böyle ansızın patlıyor? Bir ampulün patlaması gibi; gerisi karanlık ve tuz buz… Öldüren, öldürten, adeta çıldırtan, sahte delilik nöbeti gibi öfke… Nasıl yığıldı içimize?..

 

                        İhtimâl, doğduğumuz günden beri dert bildiğimiz, çekimiz buymuş dediğimiz şeyler birikti. Ve bir kıvılcım değdiğinde, pimi çekilmiş bomba… İnfilâk ediyor…

 

                        İlkokul yıllarından kalmış da olabilir, bu öfke tortusu. Sabahın körüdür henüz, binbir heves ve doyulamamış uykuyla, mahmur ve bir o kadar da istekli yola koyulursunuz, ömür boyu öyle olduğunu hissedeceğiniz,  biraz daha uzun sağ kolunuzu borçlu olduğunuz ağır çantanızla… Türküm, doğruyum sonra… Sonra bir sürü nasihat, anlayıp anlamadığınıza bakılmadan suratınıza haykırılan… Sırayı bozma sakın, gülme, konuşma, koşma! Ayşe’nin saçını sakın çekme, meselâ… Yani, çocuk olduğunu gösteren ne varsa, avareliğin ve mutluluğun kurtarılmış bölgesi çocukluğunun tüm göstergelerini kır, at… Büyünülecek, büyü!.. Bu öfke, o yıllarda düğümlenip kalmış olmalı, sessiz bir çığlık olarak.

 

                        Beş yıl biter –o zamanlar beş yıldı- eğitim bitmez. Sen, evet sen, gözlüklü; ne öyle denize doğru… Ne anlattım az önce? Az önce anlatılanı eksiksiz, sular seller gibi söyler ve tahtada, herkesin önünde, daha ilk günden gözlerine vurulduğunuz o şelale saçlı kızın önünde meselâ… Tüm gece yanar iki avucunuz da. Bu öfkeli küfürler o zamandan yapışmış olmalı dile, gizli gizli edildiği günlerden, sessiz gözyaşlarıyla… Ortaokul da biter…

 

                        Lise, ayrı bir kurtarılmış bölgedir bizim yaşadığımız yıllarda. Dayaktan kurtulursunuz, zira kızgın bir bakış takınmışsınızdır gözlerinize. Kendi aranızdaysa, sanki bir kan davası başlamıştır. Hain ve ağulu bir dönem başlamıştır… Ve kavgalar… En deli, delikanlı yıllarınızda, gurur kırıcı ne varsa yaşarsınız. Dayak yersiniz meselâ… Yıllardır tanıdığınız, ta mahalle maçlarından, ilkokuldan, ortaokuldan beri tanıdığınız birilerinden. Ölümün, sorgu sualle geldiği yıllardır. Her köşe başında bir gölgedir ölmek ya da –yıllar sonra, verilmiş sadakam varmış diyeceğiniz- dövülmek… Bir dolu arkadaş kaybetmişsinizdir, yanlış sorulara yanlış cevaplar verdikleri için… Bu öfke, o zamanlardan kalmış olmalı. Yutkunmakla geçmeyen bir boğaz ağrısı gibi…

 

                        Ya da, uslanalım diye başımıza yediğimiz darbelerden kaldı bu travma. O darbeler ki ne kafalar kopardı bizi kurtarırken. Tüm saatler durdu mesela. Belki hâlâ da çalışmıyor saatlerimiz. Belki, takılan, cızırdayan, hep aynı olayları hatırlatan kırık plâğımız o günlerden yadigâr hayatımıza. Bu öfke, duvarlardan yumruklarımızla alamadığımız hırslarımızdan kalmış olmalı ve nüksediyor haberimiz bile olmadan. Ruhsal bir refleks gibi…

 

                        O aşklardan kalmış olmalı ya da… Etrafı ateş deryası götürürken, bir fırsatını bulup, vurgun yemiş gibi bir çift ahu gözden… Kırık aşk hikâyemizden kalmış olmalı. Asla iflâh olamadığımız, adını andıkça titrerim hâlâ dediğimiz aşklarımızdan… 

 

                        Ah bir kazansaydım, siz o zaman görürdünüz beni, dediğimiz üniversite sınavı yıllarından da bulaşıp kaldı belki. Ya da kazanıp da bitiremeyişimizden. Belki de en acısından, kazandık, bitirdik ve asla içimizden geçen şey olamadık. Bunlardan sirâyet ediyor olmalı.

 

                        Sonra, çok sonra, bugünümüze en yakın sonramız; iyi ki olmuş dediğimiz tatlı pişmanlığımız: evlilik ve çoluk çocuk… Kırık bir yelpaze gibi karşılandığımız hânemizde, “baba çikolata” diyen minik bedenin yanağına kondurduğumuz eli boş öpücüğümüzden kalmış olmalı…

 

                        Askerliği mi unuttuk? Davul zurnayla gidip, küfür dayak karışımı bir dünyaya ayak basış… Ya da bizim en büyük askerimizi, bayrağa sarılı bir tabutla karşımızda buluşumuzdan mı kaldı bu öfke?...

 

                        Nerden ve nasıl çöktüyse üstümüze, öylece duruyor genelde sâkin… Peki, ne dokunuyor da tetiğimize, patlıyoruz ve çarpıyoruz duvarımıza?

 

       

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Ufuk Erkan Arşivi
SON YAZILAR