Ahmet Ufuk Erkan

Ahmet Ufuk Erkan

SENDEN GAYRI YAR SEVERSEM

Ne anlardım o yaşta? Benim için, türkü, şarkı dediğin, ezberlenip sınıfta okunacak bir şeydi sadece; ya da gidilen misafirliklerde… ”ömrümde sevmedim bu kadar siyahı…” Siyah mı görmüştüm ki? Ne bilirdim, bir gün, bir siyah göreceğim ve öylece kalacağım…

 

“ne feryad edersin divane bülbül/ senin bu feryadın aman gülşene kalsın

bu dünyada eremezsem murada/huzur-u mahşere aman divana kalsın”

Divan kurulmamıştı daha benim için. Divan neydi? Bu henüz, Selahatttin Erorhan’dan dinleyip ezberlediğim bir türküydü; radyodan… Sonra, televizyonda, o sakin duruşuyla, sadece sağ elini kımıldatarak söyleyişini izledim. Ne kolaydı bilmeden söylemek. Fakat, itiraf edeyim, yine de bir yumruk tıkardı boğazımı; anlamazdım niyeydi…

 

Rahmetli Özay Gönlüm’ün sesinden, o hafif komik şivesiyle, içten, elinde yareniyle… “elifim noktalandı/az derdim çokçalandı”yı dinledim; ezberledim. Elif neydi, nasıl noktalanırdı?.. Dert yoktu ki çokçalanaydı. Sonra, yani bu yakın zamana yakın sonra, elif nasıl noktalanır anladım. Dert nasıl çokçalanır… Ve söyleyemez oldum… Oysa o küçük yaşta, ne kolaydı… Ezberlenecek ve söylenecek bir ezgiydi sadece… Sonra, “ mezerim tahtalandı”… Elif, o uzun hâliyle, o ince uzun hâliyle, öyle bir noktalandı ki… Bildim, nokta nedir, elif nedir. O dokuz tahta nasıl konur…Söyleyemez, dinleyemez oldum rahatça. Oysa ne kolaydı, hüznün niyesini bilmeden söylemek… Ve öğretmenimin gözü niye dolardı, ben söylerken?...

 

“Fırat kenarında yüzen kayıklar” . Fırat ırmakmış, yeni bildim. Nedim Torluoğlu rahmetli, öğretmen bizim okulda, söyletip ağlardı. O, büyük ihtimal, hatta kesinlikle, bilirdi fıratı. Şimdi ben de bildim ve söyleyemez oldum.

 

“yoksun diye bahçemde; çiçekler açmıyor bak”. Metin Güver’den ezberlemiştim. Bahçem yoktu; çiçek nedir yaşamamıştım. Ne güzel söylerdim. Sonra bildim. Bahçe nedir; ne olur da çiçek açmaz olur. Bildim. Söyleyemez oldum. Tarumar olan bahçeme şarkı okuyamazdım… Yar giderse, çiçekler açmazmış, bildim… Zaten tüm çiçekler O’ymuş; gerisi hikaye…

 

“gafil gezme şaşkın, bir gün ölürsün”. Çocukken, zaten tatlı bir gaflet vardır. Sonra, bir büyük kaza geçirip saatler sonra ayıldığımda, az çok anladım ölümü. Ölüm buydu; bir büyük uyku… Büyüdüm, gafletle büyüdüm ve bildim: ölüm var. Diyemez oldum…

 

Yirmi yıl sonra, Ankara’da, eski bir kalp ağrımla karşılaştığımda, “elbet bir gün buluşacağız” dedim. Oysa bunu o anda mırıldanmak ne zordu. Buluşmak neydi bilmeden ne kadar kolaydı söylemek… Ve tabii, “vuslatın başka âlem…” demek de…

 

“fincanın etrafı sarı”. Şimdi, camlı vitrinde duran, babaannemin bana özel kıldığı, o küçük, minyatür fincana bakıyorum. Bana onunla kahve verirdi. Daha doğrusu, kendi kahvesinden arta kalanı, o küçük fincana koyardı. Türküyü söylerdim. Anlamadan… Şimdi, o fincana bakıyorum. Ağzına yakın yerdeki sarı çizgi, dudak izlerimden silinmiş; hani sağ elinize aldığınızda dudağınıza koyduğunuz yerden… Silik sarı çizgiyi gördüğümde, o türkü de söylenmez oldu; eski rahatlığıyla…

 

“Hani yosun rengi gözlerin olacaktı senin/hani düşlerime gelecektin.

Yağmurlu bir nisan akşamında hani/ansızın dönecektin…”

Yaşar Özel’den dinlediğim bu şarkıyı, o ince çocuk sesimi O’na benzeterek, zorla kalınlaştırarak okurdum. Yosun… O, bir göze nasıl bir renk verir; görünce, bilince bunu, o da söylenmez oldu; dinlenmez oldu. Dinlenmeyen ruhumu dinlendirmez oldu…

 

 

“Ela gözlü pirim geldi/ bilen gelsin işte meydan…” Pir? Meydan? Gel de şimdi söyle bakalım? O meydanın, dünyada divan örneği, mizan örneği olduğunu bil de söyle bakalım hadi… Hele, cidden bu dünyada kurulsa keşke, diye geçirirken içinden; gel de söyle bakalım… Pirlerin yitsin bir bir de…

 

“çektiğim gönül elinden

usandım gurbet elinden

hiç kimse bilmez halimden

uyan, uyan derin uykudan…

bunca diyar gezdim, gözlerin için

niye küstün bana el sözü için.

dilerim Allah’tan sızlasın için,

uyan sunam uyan derin uykudan.

Bunu, bir kompozisyonda kullanmıştım, ilkokulda… “el” sözünün değişik kullanımlarını anlatan bir yazıda… Sonra, gönül sahibi oldum. Gurbeti bildim, yaşamasam da bildim. Mütemadiyen gurbetteyiz, bildim. Hâlimden kimse bilmez, bildim.. Bir suna nasıl uyandırılır uykudan, nasıl kıyılır ki uyansın… Gözleri için gezdiysem –ki gezdim- içi yanmalıydı; dilenmesi gerekirdi bunun yaradandan; hele bir de küstüyse el sözü için… Bu da söylenmez, dinlenmez oldu işte…

 

“yazanlar, mecnunun leyla kitabın

sümmani’yi derkenâre yazmışlar”

O kitabın, Leyla-Mecnun kitabının, derkenarına yazıldığımda, bu da duymazdan gelinenler arasına dâhil oldu…

 

Benim türkülerim, şarkılarım söylenmez, dinlenemez oldu. Tümden bitti de örnekler sığmaz buraya. Ve artık, çalabildiğim hiçbir müzik aletine al atamaz oldum. Zira dokundurduğum hep mızrap, her pena, sanki içime dokunur oldu; orda bir teli tınlattı. O dokunuş, göze vurdu doğrudan… Yaş oldu; kanım yaş oldu…

 

“Kul Ahmedim, gönül versem

bağında güllerin dersem

senden gayrı yar seversem

öldür beni öldür beni…”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ahmet Ufuk Erkan Arşivi
SON YAZILAR