NECİP FÂZIL'IN NECİP FÂZIL'I/2
Necip Fâzıl; Çile adlı şiir kitabındaki, " Şiirlerim Ve Şâirliğim" başlıklı bölümde de mevzûmuzla ilgili olarak şunları söyler:
" Bu son şeklin üç basamağı "Sonsuzluk Kervanı", "Çile" ve "Şiirlerim" adıyle 1953, 1962 ve 1969'da çıkan kitaplardan evvelki üç eserim (Örümcek Ağı, Kaldırımlar, Ben ve Ötesi), memleketimizde nasıl görülmüş ve gösterilmiş olursa olsun- o vakitler Allah'a bağlılığım belli olmadığı için göklere çıkarıldım- küçük ve kifayetsiz davranışlardı. Onları yirmi yıl sonra takip eden "Sonsuzluk Kervanı" ise, birçok bakımdan beni ifâdelendiremedi. O zaman en eski eserleri, mahzun ve mahpus keyfiyetlerinden, kemmiyetlerine, şekillerine ve tertiplerine kadar ana kitabımda özleştirmeyi, onlarda bağlı olduğum unsurları öbürlerinden süzmeyi, ayıklamayı, düzeltmeyi ve yenileriyle bir arada bütünleştirmeyi dilemiştim. Eskilerden birçoğunu atmak ve onlarla bağımı koparmak istemiş ve demiştim ki:
- Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin...Attıklarım, aldıklarımdan çok olan eski şiirlerimi yenileriyle demetledikten ve bu kitapta derledikten sonra meydana gelen şu kadar parça şiir, şu âna kadar şairliğimin tam ve eksiksiz kadrosu oluyor. İşte şiir kitabım, bu, hepsi bu kadar; ve bu kitaba gelinceyedek başka hiçbir şiir, bana, adıma ve ruhuma mâl edilemez. Buna rağmen nasıl kitaplık çapta bir eser vücuda geldiği, meydanda..." (Necip Fâzıl, Çile, b. d. Yayını, 58. Basım, İstanbul 2005, Sf. 11)
Necip Fâzıl'ın bu hâli, bir tek İmâm-ı Gazâlî'nin "El-Münkızü mine'd-Dalâl " adlı eserindeki durumuna benzerlik gösterebilir. Gazâlî hazretleri, bu eserinde, hayatının dönüm noktalarını ifadeyle, hakîkate ve hidâyete nasıl ulaştığını anlatmaktadır ki, Necip Fâzıl da hemen hemen aynı yol üzerinde yürümüştür.
Bu hususta, kendisine benzerliğinden söz ettiğimiz İmâm-ı Gazâlî 'nin "numûne" oluşunu, yine kendisinden okuyalım:
"Hastayken, Mısır Çarşısısından ot seçmek yerine, Sahaflardan kitaplar devşirmeğe bakmıştım. Henüz bu kitapları iyi, kötü diye ayırt edebilecek bir müdir fikir ölçüsüne de mâlik değildim. Tasavvufta, İslâm mütefekkirlerine, evliya menkıbelerine ait ne varsa... Kafamda tamamiyle posalaşmış; hurdalaşmış hâle gelen Batı büyükleri bir tarafa; asıl Doğu ve İslâm büyükleri arasında benimkine benzer bir nefs muhasebesinden, fikir çilesinen geçmiş biri var mıdır diye bakıyordum.
Diktiği gömleği aynı yerden defalarca söküp diken velînin:
- Nefsim beni bir şeyle meşgul etmeden ben, onu meşgul etmeğe bakıyorum!
Demesi...Ve başka bir velînin durmadan tesbih çekerek ne aradığını soranlara:
-Gafleti arıyorum!
Cevabını vermesi...Bunlardan hâlimi andıran pırıltılar görmekle beraber, sefil mevkiimi onların ulvî makamlarına yaklaştıramıyordum. "Gafleti arıyorum!" sözündeki hikmete ve bu sözün belirttiği
ihtiyaca muhatap olacak, o anda ve bütün dünyada benden lâyık kimse bulunamazdı ama, onların Allah'a doğru uçuşlarındaki sıhhatli hâli ile, benim, yine belki Allah yolunda; fakat parça parça edilişimdeki hasta ifade nasıl birleştirilebilirdi? Bana, kemâl yolunda aklın iflâsını görmüş ve bu iflâsın yangını içinde kavrulmuş biri lâzımdı.
Nihayet buldum:
İmâm-ı Gazâlî...
Sonra, o da velîler yolunda en ileri mertebelerden birine varan ve toprağa bağlı akılla, yâni benim kafa cinsimle alâkasını kesen koca İmâm-ı Gazâlî, başlangıçta her şeyi "nasıl?" ve "niçin?" isimli iki kol içinde zaptetmeye savaşırken öyle bir buhrana düşmüştü ki, aylarca uyuyamamış, ruhunun maddesinde açtığı yara yüzünden tek lokma ekmek yese, yerlerde kıvranacak hâle gelmiş; ve eşyanın künhünü aramak cehdi içinde bütün bedahet duygularını kaybeder gibi bir şey olmuştu.
Bu bahse "Tanrıkulu" yazısında biraz dokunmuştuk.
-Şu kadar ay sürdü ve sonra şifa buldum.
Diyor İmâm-ı Gazâlî ve ilâve ediyor:
-Gördüm ve anladım ki, peygamberlik tavrı aklın ötesindedir; ve her şey, O'nun, Allah Sevgilisinin bâtınından bir feyiz nuru alabilmekten ibarettir. O nura teslim oldum ve kurtuldum!
Akıl sahasında bu dâvâyı; idrak sırrını sır idrakinde tamamlayan ve kafayı kafayla kalbe çeviren bu dâvâların dâvâsını, kimse bana İmâm-ı Gazâlî derecesinde gösteremezdi.
Şimdi kalıyor iş, o buhran ile benimki arasındaki farkı göstermeye...
"İslâmın Hücceti" tuğrasını taşıyan İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin, ayağı altındaki toz zerresinden daha hakir olduğumu bilerek ve kıpkırmızı kesilerek, Efendimin bir fermanını bildirmeye mecburum:
Hastalığımdan sonra, bana ilk lûtufları, çektiğim çile etrafındaki suallerimi cevaplandırmak olan Efendim, "İmâm-ı Gazâlî'nin buhranı mı daha büyüktü, benimki mi?" diye sormama karşı, ayniyle ve tek kelimeyle şöyle buyurdular:
-Seninki! "(Necip Fâzıl, O Ve Ben, b. d. Yayını, İstanbul 1998, Sf. 123-124)
Buraya kadar yazdıklarımızdan dahi anlaşılıyor ki, - zîrâ, hepsini yazma imkânımız yoktur -Necip Fâzıl, kendini, bütün sır cepheleriyle, ancak, aynı kalmamak ve daha üst mertebelere nakleden, daha mükemmel hâle ulaştıran bir "ifşâ" veya "îtirâf"tadır. Milim milim, saniye saniye, hayatının her zerresini mercek altına alan bir tavırla, her şeyi ölçüp tartarak nefsini târih önünde sîgaya çekmektedir.
O; bu hâliyle, hep "kendi merkezli" görülmüştür ammâ; başta , Yüce Rabbin :" Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım." diye hitâp ettiği Kâinat Efendisi olmak üzere, Abdülhakim Arvâsî, İmam-ı Gazâlî, Yûnus Emre ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin etrafında, dünyanın "güneşin" etrafında dönüşü gibi, dursuz duraksız dönüp durmuştur.
İşte, kendine en acımasız "neşteri" vuran Necip Fâzıl, yaşadığı cemiyetin dertlerine de zaman zaman aynı "neşteri", aynı cesâretle vurmuştur. Ancak; bu neşter, deşilen cerahattan şifâ fışkırtacak, onu sıvazlayan, okşayan ve tedavî eden bir âhenk ve şuûrda olmuştur.
Görülüyor ki, "Necip Fâzıl'ın Necip Fâzıl'ı" demek, O'nun hakkında herhangi bir beyanda bulunmamak, fikir yürütmemek ve sözü, doğrudan doğruya "kendilerine" bırakmak demektir.
Ve yine görülmektedir ki; kimse, O'nun kadar kendini tenkit edememiştir. Bu da, şüphesizdir ki, kendine olan güven duygusunun yüksekliğinin bir netîcesidir.
Necip Fâzıl; - kendi ifadesiyle- o zamanlar adı "Deli Fâzıl"a çıkmış babasının, İstinaf Mahkemesi reisi, Abdülhamid devri Adâlet ricalinde, "Bâlâ" rütbeli dedesi Mehmed Hilmi Efendi'ye bir torunu olduğunu haber verişini anlattıktan sonra, Kafa Kâğıdı" adlı eserinde, kendisinin bebeklik hâli için şunları yazar:
" Ah bu baş; Maraşlı Kısakürekoğullarından ve son ucu Zülkadir Hanedanına dayalı bir sülâleden gelme Mehmed Hilmi Efendi'nin torununa ait bu baş, ilerde ne yükler taşıyacaktır." (Bknz: Necip Fâzıl, Kafa Kâğıdı, b. d. Yayını, İstanbul 1984, s. 38)
"İlerde ne yükler taşıyacak" dediği bu baş, tam yetmişdokuz senelik ömrünü bitirirken de, inanmış kâmil bir insan olarak Yüce Rabb'e son nefesini teslim ederken de her zamanki aynı berrak şuûrla: " Demek böyle ölünürmüş!" diyebilecektir.
Necip Fâzıl'ın Necip Fâzıl'ında;
Necip Fâzıl bakışı, görüşü, sezişi,tespiti, teşhisi, keşfi, kavrayışı, nakışı, düşünüşü, örüşü, zarâfeti ve cesâreti vardır. Yazdıklarımız, bu mevzûda, O'nun söylediklerinin bir hulâsası ve sâdece küçük bir bölümüdür.
O; çok büyük mücâdeleler verdiği , çileler çektiği bu dünya hayatında, asrını aşan bediî ve fikrî mes'elelere imza atmıştır.
Gerçek mânâda, O'nun "öz kıymetleri" ile "sefâlet ve noksanlıkları"nı görerek ibret alan nesiller geldikçe inanıyorum ki, ruhu şâd olacaktır.
"Necip Fâzıl'ın Necip Fâzılı" nı, Necip Fâzıl gibi , ancak Necip Fâzıl anlatabilir.
Nûr içinde yatsın! Mekânı cennet olsun!..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.