ORD. PROF. DR. ALİ FUAT BAŞGİL'E GÖRE TÜRKÇE MESELESİ/2
(Dünden devam)
Başgil’in, Türkçe Meselesi adlı bu eseri doksanbir sayfadır. Kendisinin, 1948’de yazdığı “Önsöz” ( sy. 9-11)ünden sonra, birbirini tamamlayan makalelerden teşekkül eden bölüm başlıkları şöyledir:
Türkçe Meselesi 1-2-3 ( sy. 13-39); Fransa’dan Mektup (s y. 41-46); Uydurma Dil Modası ( sy. 47-50); İnönü Atalar Mîrası Dilimizi Harap Etti (sy. 50-52); Vekâletin Emri, Millî Şef’in Emridir ( sy. 53-56) ; Vekil Beyi İskat Ettiniz ( sy. 56-58); Türkçemiz Politika Hırsına Kurban Olmakta Devam Ediyor ( sy. 59-62); İnönü, Siyâsî Hayâtında İlk Defa Böylesine Bir Kafa Tutma İle Karşılaşıyordu ( sy. 63-65); Bahsin Sonu ( sy.66-70); Dil Beyannamesi Münâsebetiyle (sy. 71-78); Dil Meselesi Hakkında ( sy. 79-89) ve Son Söz (91).
Burada, bizim yapmayı düşündüğümüz iş; eserdeki görüşleri, o günlerin siyâsî, ilmî ve kültürel bakışları altında ele alarak bugüne ışık tutmak, ve bu hususlarda, geçen yetmiş seneyi aşan sürede ne gibi değişim-gelişim, ilerleme-gerileme veya yerinde sayma olduğunu tahlil etmekten ibâret olacaktır.
Şunu da peşinen ifade etmeliyim ki, dilin inşâsında üç taraf /üç cephe vardır. Bunlardan ikisi, yaptırımcı olarak “ ilim ve siyâset cephesi” diğeri, tatbikatcı/uygulamacı “halk yâni vatandaş”tır. Şâyet, yaptırmacılar, “ baskıcı ve tahakkümcü” iseler, ve dilin tabiî gelişme seyrini birtakım kaide veya usûllerle değiştirmeyi düşünüyorlarsa ve yaptıklarını, doğru veya yanlış bir “ kabûle” dayandırıyorlarsa, orada mutlaka fecaât vardır.
Ord, Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’in Türkçe’ye bakışını yâhût Türkçe anlayışını daha iyi anlayabilmek bakımından, kendinden önceki dil anlayışlarına, devletin dile bakışına dikkat gerekecektir. Bu vesîleyle, kendi döneminden önceki yıllardaki bazı hususlara da göz atmak zarûreti vardır.
Atatürk; Türkçe’nin târihi hakkında araştırmalar yapılması ve geliştirilmesi için çâreler düşünülmesi bakımından, 12 Temmuz 1932 yılında “ Türk Dili Tetkik Cemiyeti”ni yâni bugünkü Türk Dil Kurumu’nu kurmuştur. Ancak; 2 Eylül 1930’da: “ Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” diyen Atatürk, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni kurduktan sonra, Türkçe’deki bütün yabancı kelimelerin “ tasfiyesi”ni istedi.
Bu hususta, Yavuz Bülent Bâkiler’in “ Atatürk’ün Üç Ayrı Türkçe Anlayışı” başlıklı yazısındaki- bu mevzuya ışık tutucu- tespitleri çok mühimdir. Diyor ki:
“ ATATÜRK, bu konuda o kadar ileri gitti ki, şey kelimesini bile (Arapça olduğu için) yasakladı. Sonunda 1932-1934 yıllarında, Türkçe, anlaşılmaz bir dil hâline geldi. Halkımız yazılanları anlayamaz oldu. Nihayet, Atatürk, Türkçe’nin bir çıkmaz sokağa girdiğini görerek bu yoldan kesinlikle vazgeçti. Falih Rıfkı Atay, o güzelim Türkçe’siyle yazdığı ÇANKAYA isimli değerli eserinin 471. Sayfasında diyor ki:
-Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, yanıbaşındaki iskemleye oturmamı emretti…Dili bir çıkmaza saplamışız, dedi.
Sonra:
-Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Ama ben de işi başkalarına bırakmam! Çıkmazdan biz kurtaracağız, dedi.
Atatürk, kendi ifadesiyle çıkmaza sapladığı Türkçemize, yeniden nefes aldırmak istedi. Böylece 1934-1936 yılları arasında, Türkçeleşen Türkçe’dir! İnancı içinde oldu. Bu görüş, 1911 yılında çıkan Genç Kalemler dergisinde, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem tarafından ortaya atılmıştı: Türkçeleşen Türkçe’dir!
(...)1936-1938 yıllarında ise Atatürk Güneş-Dil Nazariyesine inandı. Bu nazariyeyi ona, Avusturyalı bir dil heveskârı olan Kıvarniç telkin etmişti. Güneş-Dil Nazariyesi’ne göre “ İlk insan Türk’tür..İlk lisan Türkçe’dir. Ve bütün dünya dilleri Türkçe’den doğmuşlardır.”
Atatürk bu görüşü benimsedi. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne resmen ders olarak koydurdu. Prof. İbrahim Necmi Dilmen, Güneş-Dil Nazariyesi’ni altı yıl müddetle okuttu. Ama İsmet İnönü, “ ilmi değildir” gerekçesiyle, 1944 yılında Güneş-Dil Nazariyesi’ni yasakladı.
Şimdi lütfen siz söyleyin. Bu üç ayrı görüşten hangisini benimsiyorsunuz. Ben, dün olduğu gibi bugün de: “ Türkçeleşen Türkçe’dir! “ inancındayım.” ( 8)
Türk Dili Tetkik Cemiyeti ile,“ öz Türkçecilik” adıyla başlayan “ uydurmacacılık” faaliyetine bizzat Atatürk de katılmış ve Anadolu Ajansı tarafından duyurulan 26 Eylül l934 târihli “ Dil Bayramı” nı kutlama tebriğinde ( İlk Türk Dil Kurultay’ı 26 Eylül 1932’de toplandığından, bu gün hâlâ Dil Bayramı olarak devam etmektedir) şunları yazmıştır:
“ Ankara, 27 (A. A.) Riyâseticumhur umumî kâtipliğinden gönderilmiştir:
Dil bayramından ötürü, Türk Dili Araştırma Kurumu Genel özeğinden, ulusal kurumlardan birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım.
Gazi M. Kemal “
Atatürk, bu tebrikinden üç sene sonra, 1937’de, Dil Bayramı kutlamasında şunları söyleyecektir:
“ Dil Bayramı münâsebetiyle, Türk Dil Kurumu’nun hakkımdaki duygularını bildiren telgraflarınızdan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, değerli çalışmalarınızda muvaffakiyetinizin temâdîsini dilerim.
K. ATATÜRK “
( Bknz: Türk Dili. Belleten. Sayı: 23-26, 1938)
Başgil’in Türkçe Meselesi’nde bazı tesbitlerde bulunmak için, kitabında sözünü ettiği dönemdeki hâdiselere, hiç değilse ana hatlarıyla göz atmak gerekir. Atatürk, sözünü ettiğimiz görüşlerinden sonra, 1936 yılında, üçüncü dil kurultayında tartışmaya açılan, ve kısaca; bütün eski dillerin, insanın, güneş karşısındaki duygu, düşünce ve heyecanlarından doğduğunu…Türkçe’nin çok eski bir dil olduğunu…Yine, Türkçe’nin başka dillere asırlardan beri çok sayıda kelime vermiş olabileceğini..ele alan bir nazariye olarak Güneş- Dil Teorisi’ni ortaya atmıştı.
Bu nazariyeye göre, bütün diller Türkçe’den doğmuştu. Esâsen, Avusturyalı Türkolog Hermann Kvergic’in ortaya attığı bu nazariye, Atatürk tarafından desteklenerek ilgililere sunulmuştu.
Hulâsa olarak, bu düşünce, Kvergic’in 41 sayfalık, basılmamış “ Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” ( La Psychologie de Quelques Elements des Langues Turques) adlı eserinden ilhamla ele alınan bir nazariyedir. Buna göre; Güneş’in Türkçe olduğu ve Arapça “şems”in, güneş’in değişmesinden meydana gelmiş olabileceği; ve ayrıca, Amerika’ya göç eden Türkler – muhtemelen Kızılderililer- bir meyva bulmuşlar ve onu, ekşi olduğu için “eriğe” benzeterek, ona,“ ham- erik- aa” demişler ve bundan Amerika çıkmış; “ ne –vaa- bu- da” demişler, bundan “Nevada çıkmış;” ne- yaygara” demişler”, bundan Niagara çıkmış ve “Aman- ne-uzun” demişler, bundan da “ Amazon” çıkmıştır.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, eserinde, Atatürk döneminin dil anlayışıyla ile ilgili olarak, “ İnönü Atalar Mirâsı Dilimizi Harap Etti” başlıklı bölümde şunları söyler: “ Cumhuriyet devrinin uydurma dil hareketleri târihçesinden, bildiğim kadar, bahsedeceğim.
Bizdeki son dil hareketleri 1930’da başlamış ve o sıralardaki Türk târih anlayışından doğmuştur. Önceleri rahmetli Celâl Sahir, sonraları İbrahim Necmi Dilmen, Besim Atalay, Atatürk’ün direktifi altında, hareketin idârecileri olmuşlardır. Bu mevzuda Atatürk’ün gayreti hepsinden üstündür. Hattâ bir defasında, Meclisin açılış nutkunu, kendisine hazırlanıp verilen uydurma dil ile vermiş, fakat, rivâyete göre, bunu kendisi de beğenmemiş ve üzülüp pişman olmuştur. Çünkü Atatürk Türkçe’yi çok iyi bilen ve konuşan bir devlet adamı idi.
Çalışmalar ilerliyor, Atatürk hareketi dikkatle tâkip ediyordu. Her köşeden, fırsat düşkünü, yeni yeni dilciler çıkıyor, canım Türkçe’miz hırpalanmaktan tanınmaz bir hâle geliyordu. Yâni târih tersine dönüyor, onsekizinci asrın “ Hümâyunname”’si ve Kınalızâdenin “ Ahlâk-ı Alâi”si bir başka kalıba girerek yeniden diriliyordu.Eskiden nasıl efendiler dili halk dilinden ayrıysa, şimdi de halkın dilinden ayrı yeni bir Şarabiye (içkili insanın konuşması gibi anlaşılmayan bir dil)türüyordu. Fakat arada en az yüz elli senelik bir tekâmül vardı ve bu müddet içinde Türkçe’miz dünyanın en güzel ve ahenkli dillerinden biri olmaya doğru yol almıştı, bunu düşünen yoktu. Eskiden nasıl zâdeler, efendiler ve halk dili diye, dil bakımından, iki zümre var idiyse, şimdi de yine Türkiye iki zümreye ayrılıyordu. Bugün, dikkât ederseniz, devlet dâirelerinin dili, halkın dilinden ayrıdır.
Hareketi hassasiyetle takip eden Atatürk, Türkiye’nin dil bakımından parçalanmaya doğru gittiğini, millet bünyesinde iyileşmez yaralar açılacağını dâhiyâne bir sezişle anlamakta gecikmedi. 1935’de “ Güneş-dil teorisi” diye ortaya bir nazariye koydu. Buna göre, yeryüzünün bütün hayat belirtileri bir ana kaynaktan yâni güneşten çıktığı gibi, bütün diller de Türkçe’den bu ana kaynaktan çıkmıştır. Şu hâlde, bugün dilimizde Arapça ve Farsça gibi görünen kelime ve tâbirler, hakikatte öyle değil, menşeleri zamanların karanlığı içine gömülmüş ve unutulmuş Türkçe’dirler.
Nazariyenin ilmî değeri üzerinde münâkaşa etmeyelim. Meseleyi halledip tatlıya bağlama bakımından olan pratik değeri inkâr olunamaz. Atatürk bu nazariyesiyle dil bahsinin azgınlarını dizginlemiş ve asil Türkçe’mizi harap olmaktan korumuştur.” ( 9)
Zâten; şu ânda,“ nazariye”yi, tartışmanın sağlayacağı hiçbir fayda da yoktur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.