BİR MÂVEVÎ ÖNDER OLARAK ORD. PROF. DR. ALİ FUAT BAŞGİL/2
(Dünden devam)
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, tam mânâsiyle bir Müslüman - Türk münevveridir. Kaynak aldığı temel fikirler, bu fikirlere dayanarak verdiği eserler ve sürdüğü ömür, kendisiyle yaşayanlar ve kendisinden sonra gelenler için birer numûne olmuştur/ olmaktadır.
Gençlik çağından îtibâren, hayatının her safhasında, İslâmî-millî değerlerden tâviz vermeden, ilmî hakîkatlerden uzaklaşmadan, siyâsî oyunlara âlet olmadan ve her şeyden önemlisi bir karakter âbidesi olarak dik durmasını bilen bir mihver insandır.
O hâlde, bu yaklaşımı destekleyen şu târifte karar kılabiliriz:
"İslâm'a göre 'münevver', üstün bir zihni güce sahip, zaman içinde, bu gücünü millî ve beşerî tecrübelerle besleyen, belli bir iş ve meslekte mütehassıs, iyice sindirdiği kültür değerlerinden yeni sentezlere gidebilen, Allah'tan başka ilâh tanımayan, bu yüce "tevhid" inancını, âlemşümûl bir mesaj hâlinde, bütün insanlığa ulaştırmaya çalışan, yanlıştan doğruya, çirkinden güzele, kötüden iyiye, küfürden imana, vahşetten medeniyete, zulümden adâlete, haksızlıktan Hakk'a, kısacası, "karanlıktan nûra" doğru yol arayan ve bulan ilim, fikir ve gönül adamıdır."(9)
Şüphesiz ki, bu "münevver"lerden biri de, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'dir ve O'nun, bunu vasıflandıran hâllerini de şöyle sıralamak mümkündür:
1. Askerliğe verdiği önem;
2. İlim Adamlığı;
3. Türkçe Sevdâsı;
4. Gençliğe Verdiği Değer
İlk bakışta, bunların, 'mânevî'yatla ne ilgisi olabilir denebilir. O hâlde, birincisinden başlamak gerekir. Çünkü; 'cephe' ile, yâni 'Peygamber ocağı' denilen hizmet mekânıyla, ilim ve irfân mekânı olan 'kürsü' arasındaki münâsebet, mânevî yapının aslî temellerindendir.
"Nezdimizde; "cephe" ve "kürsü", hangi mekân ve zamanda olursa olsun, birbirlerine tercih edilemeyen iki üstün mertebedir. Bir insanın cephe'den kürsü'ye yâhut da kürsü'den cephe'ye
intikalinde, şâyet gönül esas unsur ise, aynı huşû, aynı samimiyet, aynı haşmet ve aynı mukaddeslik mevcuttur, demektir.
Vatan müdâfaası mevzubahis olunca, her cephe bir kürsü olur çıkar; zîrâ, vatan olmayınca "kürsü"nün varlığından endîşe edilir. Aynı şeyi vatanın elde tutulması ve geliştirilmesi hususunda "kürsü"nün ulvî mevkii için söyler; ilmin, insan olmanın temel şartlarından en mühimi olduğunu beyan ederiz.
Burada, "cephe" ve "kürsü"nün kendilerine mahsus ehemmiyetlerini belirtmemiz gerekiyor. Cephe, şehitlik mertebesine vesîle teşkil eden ulvî bir mevki; kürsü ise, mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de buyurulan: "(Her şeyi) yaratan Rabbinin adıyla oku."(Alak, 1) emriyle başlayan âlimlik vasfının zirvesidir.
Cephenin ehemmiyeti hususunda şu iki hadîs-i şerîfi de arzetmeyi uygun buluyorum: "Düşmanla karşılaşmayı istemeyiniz. Karşılaştığınız zaman da sabrediniz." ve " Kim İslâm'ın yayılması, korunması ve devamı için savaşırsa, işte Allah yolunda savaşan ve gazi o'dur." (10)
Yaşadığı cephe yıllarını, Başgil Hoca şöyle anlatıyor: "Birinci Dünya Harbinde, dörtbuçuk sene, Kafkaslarda cepheden cepheye koştuktan ve bu felâketli harbin bütün sefalet ve ızdıraplarını çektikten sonra, nihayet İstanbul'da terhis edildim. Terhisimin ilk haftalarında müthiş bir âvârelik ve kararsızlık içinde kaldım. Ne yapmalı ve hayatta nasıl bir yol tutmalıyım? Yarım kalan tahsilime devam mı etmeliydim; yoksa terhis edilen bir çok arkadaşlarım gibi, tahsilden vaz geçip bir iş hayatına mı atılmalıydım? İçimi kemiren bu tereddüdü yenemiyor, bir türlü karar veremiyordum. Görüp konuştuğum kimseler beni hep tahsil hayatından soğutuyor ve bir iş tutmıya teşvik ediyordu. Bir aralık, Sirkeci kahvelerinden birinde genç bir tüccar hemşehrime rastladım. Mal almıya gelmiş. Bana ne yapacağımı ve ne iş tutacağımı sordu. Ben de kararsız olduğumu, fakat gönlümün tahsile dönmiye aktığını söyledim. "Şaşarım aklına, okuyup ta kütüphâne faresi olacağına, benim gibi iş yap da para kazan" dedi. Bilâhare hırsının kurbanı olup genç yaşında ölen bu tüccar hemşehrimin sözleri, zaten sallanan içimi, bütün bütün alt üst eti. Adetâ şaşkına dönmüştüm.
Nihayet, ilmine ve kemaline derin bir hürmet beslediğim ve kendisinden feyz aldığım, Şevketi Efendi isminde eski müderrislerden bir zat vardı. Bu zatı ziyâret edip fikrini öğrenmiye karar verdim ve kendini Çarşıkapıdaki evinde ziyaret ettim. Hoşbeşten sonra, Hoca bana ne yapacağımı sordu. Ben de kendisine kararsızlığımı anlattım. Bana şunları söyledi: "Tereddüdü bırak ve tahsile devam et. İnsan ihtiyarlığına kadar ömrünün her çağında iş hayatına atılabilir ve az çok muvaffak da olur. Fakat okuyup öğrenmenin muayyen bir çağı vardır. Sen bugün bu çağdasın. Bu çağı geçirirsen ona bir daha dönemezsin ve istidadını heder etmiş olursun. Okuyup öğren de, sonra istersen tüccar ol. Bunda zararın olmaz."Bu hikmet dolu sözler üzerine kararımı verdim ve pişman olmadım.
(...) Allah Şevketi Efendi merhumu nûr içinde yatırsın." (11)
Burada, bir hususa açıklık getirmek mecbûriyetim vardır. Başgil Hoca, 1893 târihinde doğmuştur. Lise tahsilini yarıda bırakarak, 1914 yılında yedek subay olarak Kafkas Cephesi'nde savaşa çağrılır. Yaşı yirmi birdir. Fiilî olarak, dörtbuçuk yıl savaşta kalır ve yirmi beş yaşını sürürken terhis edilir. 1919'lu 1920'li yıllardır. Böyle bir dönemde, gençliğinin en verimli olduğu bir zamanda ve henüz 'savaş p(i)sikolojisi'ni yaşamakta iken, böyle bir kararı vermesinin ciddiyet ve önemini iyi düşünmek lâzımdır.
Mehmet Orhan Kesimgil, Ali Fuat Başgil'in, kendisinin, büyük amcası olduğunu, Orhan Gazi'yi çok sevdiği için, kendisine, Orhan ismini, O'nun koyduğunu ve annesi Şükriye Hanım'ın Ali Fuat Başgil'in ağabeyi Rahmi Başgil'in kızı olduğunu; Rahmi Başgil'in de, Ali Fuat Başgil Kafkas cephesinden döndükten sonra, ona, maddî destek verip "tahsil hayatına Fransa'da devam etmesini "(12) sağladığını söyler.
Böylece; Ali Fuat Başgil'in ilim adamlığı safhası başlamış olur. Bu husustaki kısa seyir şöyledir:
Ali Fuat Başgil; Paris'te, önce Saint-Barbe Lisesi, ardından Buffon Lisesi'ne devam ederek lise tahsilini tamamlar.
Grenoble Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra, Paris Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde doktorasını yapar.
Daha sonra, Paris Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü ve Paris Siyâsî İlimler Merkezi'ni bitirir.
Ayrıca; Lahey Devletler Hukuku Akademisi'nden de mezun olur.
Böylece; 1929 yılında, 3 fakülte, bir yüksek okul diploması ve bir de hukuk doktoru ünvanıyla Türkiye'ye döner.
1930'da Ankara Hukuk Fakültesi'nde pekiyi dereceyle doçent, 1931'de aynı fakültede profesörlüğe yükselir.
Nihâyet, 1939 yılında, ilmî mertebenin en yükseği olan Ordinaryüs Profesörlüğe ulaşır.
(Devamı yarın)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.