DİL DÂVÂSI-GÖNÜL SEFÂSI
Yusuf Has Hâcib'in , Kutadgu Bilig adlı eserinde; Ay-Toldı'nın Hükümdar'a Cevabı'nda şöyle bir bahis geçer:
"Sözün faydası büyüktür; söz yerinde kullanılırsa, kulu yükseltir.
Söz sâyesinde kara yerdeki mâvi göğe yükselir ve baş-köşeye geçenlerden olur.
Eğer dil söz söylemesini bilmezse, mâvi gökte olanı yere indirir."
(Bknz: Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayın, Ankara 1974; Sf. 83)
Yûnus Emre'nin de, güzel söz söylemenin âdâb, usûl ve fazîletini şu ibretlik mısralarla ifade eder:
"Keleci bilen kişinün yüzini ağ ide bir söz
Sözi bişirüp diyenün işini sağ ide bir söz
Söz ola kese savaşı söz ola bitüre başa
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ide bir söz
Kişi bile söz demini dimeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ide bir söz"
(Bknz: Yunus Emre Dîvânı, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, bky, İstanbul 2006, Sf. 69)
Dil/lisân, Allah'ın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerden biridir. Zîrâ; Rûm Sûresi'nin 22. âyetinde, "...dillerinizin/lisânlarınızın ve renklerinizin/benizlerinizin çeşit çeşit/farklı/ayrı/değişik/türlü türlü olması da, O'nun âyetlerindendir" buyurulmaktadır.
Bu da şu demektir ki, dilimizi/lisânımızı sâhiplenmek, korumak ve geliştirmek bizim için hem dînî ve hem de millî bir vazifedir.
Dil güzel olmayınca, mânâ da çirkinleşebilir/ öyle bir his belirebilir. Fakat; Türkçe'deki gibi, her ikisinin güzelliği bir arada bulunursa, bu, hârika bir şey olur.
Yâni; bir dil, hem şeklen/lâfzen ve hem de mânâca, cezbedici, kıvrak ve âhenkli olmalıdır. Ayrıca; bir lisândaki kelimeler, çokça mefhûmu karşılıyorsa, o dil, zengindir demektir.
Bu bakımdan, Türkçe, hem lâfzen, hem mânâca, hem işlekliği -kıvraklığı-kullanılırlığı ve hem de sayı bakımından zengin ve güzel bir dildir.
Şu var ki, epeyce zamandan beri, Türkçe, zorakî bir şekilde, başka dillerin hücûmuna uğramıştır. Arapça ve Farça ile F(ı)ransızca ve şimdilerde de İngilizce bunu sürdürmektedir.
Kaldı ki, birilerinin yanlış bir tâbir olarak "öz Türkçe" dedikleri "uydurmaca veya uydurukça" kelimeler de, Türkçe'nin başına musallat edilmiş ve bocalatılmıştır.
Arapça ve Farsça'nın tesiri, şüphesiz ki, mübârek dînimiz vasıtasıyla olmuştur. Fakat, öylesine bir abluka yaşanmıştır ki, Türkçe âdeta kendini korumakta zorlanmıştır. Buna rağmen, bu iki lisandan Türkçe'ye geçerek Türkçeleştirdiğimiz kelimeler de, en az bin senedir, dilimize zenginlik katmışlardır.
Aslında; son olarak, 1912'de, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canib Yöntem, Genç Kalemler'de açıkladıkları "Türkçeleşmiş Türkçe" ilkesiyle, bu mes'eleye çözüm getirdikleri hâlde, tartışmaları kızıştıranlar vardır. Bunda, iki cepheli bir tavır görmekteyiz: Birincisi; Türkçeleştikleri hâlde, sâdece Arapça ve Farsça'dan geçen kelimelerin tasviyesi; dîğeri de, öz Türkçe adı altında yürütülen uydurukça faaliyetidir!..Çünkü; bu kişilerce, Türkçe'ye, Çince'den, Rusça'dan, Yunanca'dan veya başka bir dilden geçen kelimelerin atılması asla sözkonusu değildir.
Bu ikisi, Türkçe'nin dîğer mes'elelesi hakkında düşünmeyi engellemiş, tabiî seyrinde yürüyen bir lisân hareketine gereksiz bir çekişme zemini hazırlamıştır.
Şüphesiz ki, bu durum, okullarımız vasıtasıyla çocuklarımıza ve gençlerimize sirâyet ederek/ettirilerek, ayrıca, yazılı ve görülü basınla da desteklenerek, tâbiri câizse bir keşmekeş hâline getirilmiş, insanımızın kelime hazînesi daraltılmış, zâten az olan okuma zevki köreltilmiştir.
Bu vesîle ile, şu anda okutulmakta olan okul kitaplarından bâzı örnekler vereceğim.
1. Ortaöğretim Dil ve Anlatım Ders Kitabı 10, Yıldırım Yayınları, Yazar: Mustafa Alan, Ankara 2016:
* "Aşağıda verilen betimleme paragrafını tamamlayınız." Sf. 105): "Betimleme", tasvîr yerine kullanılmış uydurma bir kelimedir. Paragraf ise F(ı)ransızca olup, ona hiç dokunulmamıştır.
* "Öyküleyici anlatımda bir anlatıcı bulunur. Sanat metinlerinde anlatıcı kurmaca kişi, öğretici öyküleyici metinlerde ise gerçek bir kişidir." (Sf. 80)
Bu cümleyi anlayabilmek kimin harcı olabilir, bilemiyorum. "Öykü", hikâye yerine kullanılmış uydurma bir kelimedir. Buna göre, (hikâye-leyici anlatım) ne demek oluyor acaba? Tabiî ki, "öğretici öyküleyici metinler)' in açıklanması için yeni tefsir usûlleri gerekir!..
* "Yazma eyleminin kimi durumlarda insana acı çektiren bir yanı vardır." (Sf. 48)
Bir defa, "kimi" insanlar/şahıslar için kullanılır. Kimi kediler, tavşanlar, köpekler diyemezsiniz. Bâzı kediler, tavşanlar, köpekler diyebilirsiniz. Kaldı ki, "yazma eylemi"nden kasıt, acaba, "yazmak fiili" midir? Çünkü, "yazma" kelimesi isimdir. Yerine göre sıfat da olabilir: Yazma eser!..Yüzmek'ten, yüzme, yaşamak'tan yaşama, bilmek'ten bilme...böyledir. Meselâ: Yaşama hakkı yâni hayat hakkı gibi...
2. Ortaöğretim Matematik Ders kitabı 10, FCM Yayınları, Fevzi Özkan, Ankara 2016:
* "Projenin Konusu: Yaşamak istediğiniz evin planını yapma.
Projenin Amacı: Planlı yaşam koşullarını kavratmak." (Sf. 176)
Bu iki cümlede, iki "proje" ve iki de "plan" kelimesi bulunmaktadır. Bunların ikisi de, F(ı)ransızca'dır. Türkçe'nin, "Yazıldığı gibi okunan veya okunduğu gibi yazılan bir dil oluşu" sebebiyle, bunlar, "p(u)roje) ve (p(i)lân" diye yazılmaldır. Zâten, umûmî olarak, hiç kimse bu kelimeleri kullanmakta hiçbir endişe taşımıyor. Kitabın diğer sayfalarına bakıldığında, "grup, fonksiyon, eleman, kombinasyon, permütasyon, menü, eksen, grafik, orijin, teorem, paralel, koordinat, hiyerarşik ilişkiler, motif, rasyonel, prizma, model, prensip...gibi F(ı)ransızca kelimeler sayfaları doldurmaktadır.
Bunlar F(ı)ransızca ve denilebilir ki, yerlerine başka kelime bulamadık. Peki; "yaşam" ve "koşul" kelimelerinin asılları/doğruları/konuşulanları olan 'hayat' ve 'şart' kelimeleri niçin kullanılmamıştır?
* "Yaşları 16 ve 24 olan iki kardeş yanda planı verilen üçgensel bölge şeklindeki arsayı yaşları ile doğru orantılı olarak paylaşmak istiyorlar."(Sf.97)
"Plan"dan öz önce bahsetmiştim. Peki; "üçgensel bölge şeklindeki arsa" ne oluyor? Aslında, (-el, -al) takıları F(ı)ransız'dır. Bizde, buna, yerine göre bir de (s) ekliyorlar ve aidiyet bildirmesini sağlıyorlar. Fakat böyle düşünsek bile "üçgene ait bölge şeklindeki arsa" nedir? Nasıl Türkçe'dir?
3. Ortaöğretim Tarih Ders Kitabı 10, Tuna Matbaacılık, Sami Tüysüz, Ankara 2016:
* "Osmanlı Ekonomisinin Doğal kaynakları" (Sf. 36)
Ekonomi, Türkçe'mize, F(ı)ransızca'dan geçen bir kelimedir. İktisat kelimesini bıraktık. Peki," tabiî" kelimesinin ne kusuru vardı da bunun yerine uydurma "doğal" getirildi? "Doğa", tabiat mıdır? (-el, -al) takılarından yukarıda söz ettim. Böyle Türkçe olur mu? Bütün Türk dünyası, tabiat ve tabiî derken, bu çıkmaza girmek nedendir?
*"Aşağıdaki cümlelerde noktalı yerlere uygun sözcükleri yazınız." (Sf. 95)
"Sözcük", kelimesi, "kelime" mânâsı karşılamaz. Küçük söz denilebilir ki, bu, hece bile olabilir. Kaldı ki, bu kelime yâni "sözcük" (121., 153. ve 215. sayfalarda da tekrar edilmiştir. Demek ki, "kelime" kelimesinden bu kadar uzağız!..Niçin?
* "Türkiye halkı yüzyıllardan beri özgür ve bağımsız yaşayan ve bağımsızlığı yaşamının gereği olarak değerlendirmiş bir kavmin kahraman çocuklarıdır. Bu ulus bağımlı yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır. " (Sf. 214)
Bu cümleler, Arı İnan isimli bir yazarın Düşünceleriyle Atatürk isimli kitabının 279. sayfasından nakledilmiş. Kayıtta böyle diyor.
Kimden nakledilmiş olursa olsun ve kim yazmış olursa olsun, bu kelimeler kat'iyyen Atatürk'e ait değildir. Çünkü; Atatürk, hiçbir zaman hür kelimesinin yerine "özgür" diye bir kelime kullanmamıştır.
Ve yine; "özgür" ve "özgürlük" kelimelerinin Türkçe ile, ve hâliyle de "hür" ve "hürriyet " hiçbir ilgisi yoktur. Hayat yerine kullanılan "yaşam" kelimesi ise, apayrı bir ucûbedir. "Ulus " ise, hiçbir zaman millet yerini tutmamış, tutamamış ve tutamayacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi yerine Türkiye Büyük Ulus Meclisi diyebilecek bir akıl sâhibi var mıdır? Bu, nasıl bir dil anlayışıdır? Kadın milleti, erkek milleti...gibi ifadeler yerine kadın ulusu, erkek ulusu demek için de aklını yitirmiş olmak gerekir!..Millîler, millî varlık, millî devlet..gibi kavramların yerine ne denilecektir?
Kaldı ki, cümle, kuruluş bakımından da yanlıştır. En basitinden: "Türkiye halkı......bir kavmin kahraman çocuklarıdır", yanlış üstü yanlıştır.
4. Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi,10, Korzayayıncılık, Dr. Ahmet Ekşi, Ahmet Yapıcı, Ekrem Özbay, Dr. Mehmet Akgül, Ankara 2016:
* "Evrende tesadüfe ve başıboşluğa yer yoktur. Canlı ve cansız tüm varlıkları kuşatan genel yaratılış kanunları vardır. Bunlara doğa kanunları denir. Gelişen bilimlerle her geçen gün evrendeki bu planlamayla ilgili yeni bilgilere ulaşılmaktadır. "(Sf. 33)
Kâinat yerine niçin uydurma evren tercih edilmiştir, bilemeyiz. Meselâ; "Kâinatın Efendisi" yerine, "Evrenin Efendisi" diyebilir ve yazabilir miyiz? Dîğer taraftan, bütün Türk dünyasında kullanılan tabiat yerine, "doğa" kelimesi niçin kabûl görmüştür? "Yaratılış kanunları" ile, "doğa kanunları" aynı şey midir?
"Yaratılış kanunları" yâni "hilkat/ilâhî kanunlar" ile, "doğa" dediğiniz "tabiat kanunları" aynı mıdır?
İlâhî kanunların, -dînî, fennî ve beşerî -kanun koyucusu Allahü teâlâdır. Bununla, Newton'un, Arşimet'in veya Aristo'nun kanunları nasıl aynı terâzi kefesine konulabilir? Kanunu koyan ile, onu arayıp bulan veya keşfeden nasıl aynîleştirilir? Ve sonra; "..Evrendeki planlama" yı kim yapıyor?
* "İnsanın özgür iradesinin sonuçları..."(Sf. 33) cümlesinde, "hür" kelimesi niçin tercih sebebi olmamıştır? İstiklâl Marşı'mızdaki "hür" ve "hürriyet" kelimelerinden hangi rahatsızlığı duyduk?
Diğer taraftan, meselâ; "doğal çevre" (Sf. 71); "Bu nedenle...Örneğin..." (Sf. 45); "...inanç özgürlüğü" (Sf. 95); "Bu nedenle İslam....kişiye özgürlük tanır" (Sf. 95); "..dünya uluslarının askerleri arasında...Türk ulusunun yurtseverlik duygusu..." (Sf. 109)
Türkçe'nin ne kadar umursamaz bir şekilde kullanıldığının ve tahrip edildiğinin sâdece birkaç numûnesidir.
Tabiîdir ki, bu da, çocuklarımızın ve gençlerimizin zihinlerini bulandırmakta, bırakınız bir asrı, beş-on sene evvelin metinlerini bile okumakta zorlanmaktadırlar.
Bunun içindir ki, başlığımızı "Dil Dâvâsı-Gönül Sefâsı" koydum. Dil, gönlün ışıldağıdır. Şiirde, hattâ, hikâyede, romanda, mûsıkîde...bu, böyledir.
Büyük Türkçe sevdâlısı şâir, edip, hatip ve kültür adamı Yavuz Bülent Bâkiler'in bir tespiti var.
Diyor ki: "İngiltere'de ve A.B.D. de ilköğretimden geçen çocukların ders kitaplarında 71.000 kelime vardır. Bu rakam Japonya'da 40.000, İtalya'da 33.00, Suudi Arabistan'da 12.500, Türkiye'de ise 7.000'dir. Çocuklarımız da bu 7.000 kelimenin 3.500 kadarıyla düşünüp konuşmakta ve yazmaktadırlar.
Edebiyatımız neden kuvvetli değil? Gençlerimiz şiirden, hikâyeden, romandan, neden kopuk? Neden yeterli sayıda ilim adamı yetiştiremiyoruz? Dünkü edebiyatımızdan neden uzağız?
Bizim ana dilimiz Türkçe'dir. Sekiz yılık ilk eğitimde Türkçe okuyoruz. Lisede dört yıl Türkçe eğitim görüyoruz. Ama üniversiteye gelen çocuklarımız neden doğru - dürüst Türkçe bilmiyorlar ve neden üniversitelerimizde ayrıca Türkçe dersi görüyorlar? Bundan büyük facia olabilir mi?"
(Bknz: Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı, Oğuz Çetinoğlu-Mehmet Şadi Polat, Yakın Plan Yayınları, İstanbul 2016; sf. 193)
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de, Türkçe Meselesi adlı eserinde şöyle diyor:
"Bir milletin dili, birinin yerine diğeri konulacak şekilde, bir kelime ve tâbir yığını değildir. Dil, asırlar içinde ve nesillerin hâfızasında dövüle yoğrula yerleşmiş bir mânâ, his ve hayaldir. Kelime ve tâbir konuşmanın bir vâsıtasıdır. Asıl konuşulan mânâ, his ve hayal asırların sinesinde o derece birbirleriyle kaynaşmıştır ki, kelimeyi atınca mânâ ve maksat da, his ve hayal de berâber gider. Bundan da nesiller arasında anlaşmazlık doğar. Millet birliği parçalanır.
Bir milletin maddî hayâtının vasıtaları değiştirilebilir. Kağnı yerine kamyon, karasaban yerine traktör konulur ve konulması lâzımdır. Teknik terakki de budur. Fakat mânevî hayâtın vâsıtaları değiştirilmek istenilirse, ortada millet bütünlüğü kalmaz. Dil bu cümledendir.
Dil, kelime ve tâbir olarak maddîdir. Fakat mânâ, maksat, his ve hayal tesisine vâsıta olarak milletin mânevî hayâtının başta gelen elemanıdır. Dilin her kelimesi ve tâbiri arkasında bir târih yaşar. Millet ise, târihin yapıp yoğurduğu bir birliktir. Misâl olarak "Büyük Millet Meclisi" tâbirini alacağım. Bu tâbirin arkasında bütün bir millî mücâdele târihimiz ve İstiklâl Harbi sahneleri vardır. Bu tâbir telâffuz edilince bu sahneler gözönünde canlanır. Vatan ve millet sevgisi de bundan doğar."(Bknz: Başgil, Yağmur Yayınevi, İstanbul, 2006, Sf. 60-61)
"Söz demi" olmayınca, ne dil dâvâsı yürür, ne de gönül sefâsı olur!..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.