"ESKİ TÜRK YAZITLARI" KONFERANSI
M. HALİSTİN KUKUL
13 Mayıs 2017 Cumartesi günü, Türk Ocağı Samsun Şubesi tarafından düzenlenen ve Atatürk Üniversite Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz'ın konuşmacı olarak katıldığı "Türk Yazıtları" konferansı, hakikaten, bu sahada dinleyip istifade edebileceğim bir fikir ziyâfeti olmuştur.
Hemen ifade etmeliyim ki, bu tarz konferansların, daha büyük salonlarda, çok, hem de pek çok sayıda her yaştaki her meslek mensubuna ve bilhassa da kendilerine bir hedef tespit etmeleri gereken yaşta bulunan üniversiteli gençlere verilmesi gerekir.
Diyeceksiniz ki, hangi maarif sisteminden bahsediyorsunuz ve hâlâ rüyâ mı görüyorsunuz? Doğrudur!..Ben, gençliğimden beri bu rüyâyı görüyorum ve her şeye rağmen, son gördüğün bu tarz rüyâlarımın da, bugün hakikat olduğunun bahtiyarlığını yaşıyorum.
Bizler, Azerbaycan'dan veya Türk Dünyası'ndan bahsetmenin -Sovyet siyâseti yüzünden- yasak olduğu, Turancılık denilince, birilerinin tüylerinin diken diken olup ürperdiği, kızgınlaşıp azgınlaştığı zamanları yaşayan bir nesiliz.
Şimdi; Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz'ı dinlerken, o günleri de hatırlamamam mümkün müdür?
Türk Ocağı Samsun Şûbesi Başkanı Doç. Dr. Serkan Şen'in vecîz takdîm konuşmasının ardından söz alan Prof. Dr. Alyılmaz, bizleri, binlerce sene öncesinin Türk şaheserlerine götürdü. Türk kültür ve medeniyetinin ne muhteşemliklerle tezyîn edilmiş olduğunu tek tek anlattı.
Bundan birkaç sene önce, rahmetli Servet Somuncuoğlu tarafından bu hususta verilen bir konferansta daha bulunmuştum. O konferansla ilgili kanaatlerimi, şu şekilde ifade etmiştim:
Konferans; "OMÜ Atatürk Kültür Merkezi Salonu’nda, “ Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler” mevzûlu olup, kıymetli Araştırmacı Servet Somuncuoğlu tarafından sunuldu. Başkalarını bilemem ammâ, konferansın konu başlığı bile insanı heyecanlandırıyor. İlk önce, “ Ne demek, Taştaki Türkler? ” diyorsunuz, ardından, milâddan önce, birkaç bin yıl evvelki Türk izlerini seyredince/görünce, işin esâsına nüfûz etmeye başlıyor, oturduğunuz yerde dikleniyor, hisleniyor, düşünceye dalıyor ve ister istemez mâzîye doğru yol alıyorsunuz.
Servet Somuncuoğlu, büyük emek ve fedâkarlıklarla on yılı aşan bir sürede yaptığı araştırmalarla, bizleri, Altay, Tanrı ve Ural Dağları’ndaki “ kaya resimlerine ve damgalarına” götürmüş ve “ kaya resimlerinden damgalara ve damgalardan da alfabeye geçişin ilk numûneleri”yle buluşturmuştur.
Somuncuoğlu’nun söylediğine göre, bunlar, “ târihin seyrini değiştirecek vesîkalar”dır. Zaman içinde ve nesilden nesile, Sibirya’dan Anadolu’ya ulaşan geyik, dağ keçisi motifleriyle balballar, kurganlar ile sâir işâret ve resimler, Türk kültürünün hem ifade ettiği mânâ yüceliğini, hem târihî derinliğini ve hem de geniş bir coğrafyada hüküm sürdüğünü ispatlamaktadır.
Bir başka söyleyişle, bu “ taşlar”daki resimler, bir nevi, “millî hâfıza” hüviyetini taşımaktadırlar. Diğer önemli bir husus, bu ”kaya üstü resimleri”nin daha sonraki dönemlerde, benzerlerinin Kars’ta, Hakkari/ Yüksekova’da ve Ordu/Mesudiye’de bulunmalarıdır.
Demek ki, milâddan binlerce sene evvelki Türk izleri, o zamanlara yakın zamanlarda, Anadolu’da da mevcuttu. Yâni; Türkler, Anadolu’ya, ilk defa Malazgirt’le gelmemişlerdi. Malazgirt Zaferi, Türkler’in, Anadolu’da hâkimiyet kurmasının başlangıcı, demekti." (Bknz: M. Halistin Kukul, İki Hârika Konferans, Olay Gazetesi, 22 Aralık 2012, Sf. 10)
Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz, kendi ifadesiyle, bir "yazıt bilimci"dir ve otuz yıllık mesâîsinin mahsulü olan, Eski Türk boylarının ve topluluklarının yaşadığı sahalarda birebir yaptığı incelemelerden elde ettiği sonuçları bizlerle paylaşmıştır.
Konuşmasından çıkardığım dersleri, aldığım notlarla şöyle sıralayabilirim:
* Umûmî adıyla Yenisey Yazıtları/kitâbeleri olarak anılan Kül Tigin, Bilge Kağan ve Bilge Tonyukuk yazıtları eski Türk Kağanlarına aittirler.
* Bunlar, en eski Türk yazıtları/kitâbeleri olarak bilinir/kabûl edilirken, bugün için, Kök- Türk harfli yazıtların sayısı çok fazladır ve yüzleri bulmaktadır.
* Gerek Gök/Kök-Türk Kitâbeleri ve gerekse dîğerlerinin bulunması şunu gösteriyor ki, bu kitâbeler, kendi zamanlarının en ileri medeniyetini işâret etmekle birlikte, bunların kayda geçebilmesi için, belki de yüzlerce yıllık geçmişe sahip olmaları lâzımdır. Yâni, kayıt'tan önceki dönemde biz Türkler için çok mühimdir.
* Şüphesiz ki, Gök-Türk Alfabesi de, Gök-Türk Yazısı da, bilinen en eski alfabe ve yazılardandır.
* Elbette ki, "Önce, söz vardı"; fakat, bu vesîkalar bize gösteriyor ki, Türkler, M.Ö. 8. yüzyıla ulaşan, taşlara/kayalara, heykeller, yüzüklere, ev eşyalarına, yüzüklere, kılıçlara, mühürlere... kadar işlenen "resim ve damga"lardan sonra Gök-Türk Alfabesi'ne/yazısına geçmişlerdir.
* Bu arada, atı ilk evcilleştiren, arabayı bulan ve atla arabayı buluşturan Türk, dağ keçisi'ni/teke'yi, damgalarlarıyla, Bozkurt'an önce sembol seçmişlerdir. Çünkü; keçi/teke, bütün Türk boylarında olduğu gibi, erkekliğin de sembolü kabûl edilir.
* Damgalar, Türk kültürünün özüdür.
* En fazla teke/koç/keçi heykeli Tunceli'de bulunmaktadır. Ayrıca, Kars ve Hakkari'de de mevcuttur.
* Sâdece taşlarda veya kapkacakta değil, o dönemlerin halı desenlerinde de çok zarîf bir estetik işleme mevcuttur. Muhteşem çadırlar kurulmakta ve bunların içleri kök boya ile boyanıp desenlenmekte ve böylece, üstün bir san'at vücûde getirilmektedir.
* Her Türk boyunun sembol bir kuşu yâni bir kuş damga'sı vardı.
* Orhun yazıtları, bizim en eski yazıtlarımız değildir. Or-hun, Hunlar'ın ülkesi/vatanıdır. Orhun yazıtlarına gelinceye kadar bir yazı usûlü vardı ve bunu söylemek için geçmişe dâir bir medeniyet lâzımdı ki, bu da vardı. Yâni, Türk târihi, düşünüldüğünden çok daha eski ve Türk yurtları da, bu kültür ve medeniyeti taşıyan topraklar olarak çok daha geniştir.
* O dönem Türk yerleşimlerinde kanalizasyon ve sulama için kanallar mevcuttu.
* Türkler, kuraklık vs. sebeplerle batıya göç etmemişlerdir. Ötüken ormanları hâlâ bütün ihtişamıyla ayaktadır. Bu hususta, Orhun Kitâbeleri'ndeki bilgiler bile yeterlidir.
* Türkler, söylenildiği gibi "göçebe bir millet değil"dir. "Konar- göçer bir millet"tir. Tıpkı, bugün Toroslar'da ve Karadeniz'de yazın dağlara çıkış, kışın sâhile iniş gibi,konar-göçer!..
* Bu da şunu gösteriyor ki, yazı var ise, yerleşik medeniyet vardır. Biz Türkler, yerleşik bir medeniyetin mensuplarıyız.
* Balballar, öldürülen düşmanlar için dikilen taşlardır. Yâni, bir Türk askeri, kaç düşman askeri öldürmüş ise, toprağa o kadar taş dikerdi. Bu da, değişik bir kültür numûnesidir.
* Türk Yazıtları'nı vücûde getiren Türk Yazısı/ Gök-Türk Alfabesi, daha ziyâde Asya ortalarında ve civarında bulunmaktadır. Meselâ: Rusya Federasyonu'nun Sibirya bölgesinde Altay Dağlarında, Kırgızistan'da, Kazakistan'da, Özbekistan'da, Moğolistan'da, Çin Halk Cumhuriyeti'nde, Doğu Türkistan'da, Kafkaslar'da, Anadolu'nun bâzı bölgelerinde...
Tabîî ki, aklımda kalanlar ve alabildiğim notlar bunlar. Ne yazık ki, çoğumuzun, bunların hemen hemen hiçbirinden haberimiz yok...
Ve yine, ne yazık ki; bu memlekette, "Türk ırkı diye bir ırk yoktur" diyenler; "Türk olmaktan kurtulduk" la avunanlar ve "Mezopotamya ruhu" diye bir ruh icat edenler bulunmaktadır.
Halbuki; Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz, Sümerlerin yerleşik olduğu bölgelerin kuzeyindeki geniş sahada Turânî kavimlerin bulunduğunu söylüyor. Buralar ise, Bağdat, Musul, Kerkük'ün bulunduğu yerleşim yerleridir.Çok düşünmek lâzım!..Çok!..
Sözün özü: Bu sese, kulak verilmesi kâfi değildir.
Bu sesin, geniş çaplı olarak, üniversite gençliğiyle buluşturulması gerekir.
Bu sesin; mevcut akademik faaliyetlerini ileri safhalara taşıyabilmesi için büyük çapta desteklenmesi, bilhassa kitaplarının kütüphânelere taşınması gerekir.
Kitapsız medeniyet nerede görülmüştür???
Gönlüne, diline sağlık kıymetli Cengiz Alyılmaz!..Rabb'im feyzini artırsın!..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.