OKUL KİTAPLARINDAKİ TÜRKÇE HAKKINDA/1
Küçük torunum, 2015-2016 öğretim yılı, lise birinci sınıf öğrencisidir. Zaman zaman, kitaplarına göz atarım. Herbiri yüzbinlerce basılan okul kitaplarındaki Türkçe'yi görünce, şaşırmıyorum. Çünkü; bu güzel lisânın ne hâle geldiğini/getirildiğini senelerdir biliyor ve yazıyorum.
Mâdemki biliyorum, öyleyse, niçin feverân ediyorum, değil mi?
Üzüntümün, her geçen gün, biraz daha artışından!..
Şu anda, sözüm lise birinci sınıf kitapları hakkındadır ammâ, geçen yıllarda da değişik sınıfların kitapları ve üniversiteye giriş sorularındaki Türkçe ile ilgili olarak da çok yazdım.
Lise birinci yâni dokuzuncu sınıfın bütün kitaplarının ilk sayfalarında, şâyet, yazar ismi belirtilmiyorsa, (KOMİSYON) kelimesi bulunmaktadır. Niçin?
Bilemiyorum ki, F(ı)ransızca olan "komisyon" (commission) kelimesinin yerine Türkçe'si hangi sebeple yazılmıyor? Yoksa, bu kelimenin karşılığı mı Türkçe'de yoktur?
Her kitabın, -meğer-, bir de "Dil Uzmanı" varmış!..Fakat gördüm ki, "Dil Uzmanı" yazısının hemen üstünde "Editör" kelimesi bulunuyor. Demek ki, "Dil Uzmanı" veya "uzmanları"nın hiçbiri, bu "editör" kelimesini görmedi/görmüyor.
Ne demek "editör"? Bunun da mı Türkçesi yoktur? Cevap vereyim: Hem "komisyon"un, hem de "editör"ün karşılığı Türkçe'mizde bulunmaktadır.
Peki, ilgililer, onları, niçin kullanmıyorlar?
"Editör", F(ı)ransızca (editeur) kelimesinin okunuşudur. Mânâsı; "yayımlayıcı, yayımcı veya nâşir"dir ve bu, erkekler içindir. Hanımlar için ise "editrice" (editris) kullanılır. Tabiî ki, birinci (e)nin üzerinde "aksan" vardır.
Bu durumda, meselâ; "editör", erkek yayımcı/yayıncı/nâşir olduğuna göre, Züleyha Çelik Ateş veya Yeşim Akdoğan için, "Dil Uzmanı" kişiler, niçin "editör" kelimesini kullandılar?
Meselâ; Fizik kitabındaki (4 kişi) ve Kimya kitabındaki (3 kişi) "Eğitim Materyalleri Geliştirme Editörleri" ifadesi için, Dil Uzmanları'nın hiçbir aksi görüşleri yok mudur?
Şimdi de, ilk örnek olarak; "Millî Eğitim Bakanlığı, Talim ve Terbiye Kurulunun 17.12.2010 gün ve 233 sayılı kararı ile ders kitabı olarak kabul edilmiş, Destek Hizmetleri Genel Müdürlüğünün 10.04.2015 gün ve 3897233 sayılı yazısı ile beşinci defa 640.351 adet basılmıştır." denilen "Ortaöğretim Dil ve Anlatım-9" kitabından örnekler sunmak istiyorum:
1. "K-a-l-e-m kelimesindeki seslerin dizilişinde bir "çizgisellik" vardır." (Sf.9)
Bu cümledeki "çizgisellik" ne demektir? (Çiz-mek)ten çiz-gi doğrudur. Fakat "çizgisel" nedir? Buradaki, (-el) ve (-al) takıları, F(ı)ransızca'dır. Bunları bir Türkçe kelimeye eklemekle, o kelime Türkçe olmaz. Kelimenin durumuna göre, (s) kaynaştırma harfi getirilerek (-sel) ve (-sal) takıları meydana getirilmektedir ve böylece,Türkçe çıkmaza sokulmaktadır.
2. "Gözlerin İstanbul Oluyor Birden" şiirinde dil, "şiirsellik işlevi"nde kullanılmıştır. Siz de dili bu işlevde kullanarak bir şiir yazınız:" (Sf.16)
"Şiirsel", bir evvelki cümledeki gibi (-sel) takısıyla yanlıştır. Doğru olanı, "şiiriyet"tir. "İşlev" ise, F(ı)ransızca "fonksiyon" kelimesine göre tercihimizdir.
3. "Ulusal dil ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, bilinçle işlensin."(Sf.38)
Atatürk, bu kelimelerden hangisini kullanmıştır, bilmek isteriz. Meselâ üç tane "ulusal", bir tane "bilinç" nereden geliyor? Bunlar, Macit Gökberk tarafından uydurulmuş ve "Komisyon" tarafından da takdirle nakledilmiştir.
Aslı şöyledir: "Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin..."
"Millet" ve "millî" yerine Moğolca "ulus" ve "ulusal", Türkçe'yi tahriptir. Meselâ; millî futbol maçı sonrası: "Millîlerimiz şahlandı" diye cümle kuran bir sipiker, bunu yerine "Ulusallarımız şahlandı" dese nasıl olur?
Yukarda da yazdım, (-sel) ve (-sal) takıları F(ı)ransızca'dır. Peki; "his" kelimesini bilmeyen mi vardı ki o, yine bir başka Türkçe kelime olan "duygu" ile ifade edildi? Peki; "kuvvet " kelimesini anlamayan mı vardı ki, onun yerine "güç" kelimesi yerleştirildi? Peki; "şuur" kelimesini hangi dil şuursuzluğu "bilinç"le takas etti?
Bir hususu ifade edeyim ki; "bilinç" kelimesi (bil-mek)ten, tıpkı sevinç, korkunç, gülünç'te olduğu gibi, doğru kuruluşlu güzel bir Türkçe kelimedir. Ancak, bu, şuûr değildir.
4. "Komşunun koşullarına koşullandırılmıştık." cümlesinde söyleyişi zorlaştıran sesleri bulunuz."(Sf. 56)
Bu "koşul" hangi dağdan geldi de bağdaki "komşu"nun "şart"ını kovdu/koğdu anlamadım. Peki; nasıl, "Kayıtsız şartsız" diyeceğiz? Peki; dînî bir tâbir olan "Şart etmek", "Şart etmek- Şart olsun!" veya " şart koşmak" vb. nasıl söylenecektir? Türkçe'yi geliştirmek bu mudur?
5. "Özgür düşünce; hem tutucu, gelenekçi hem de özgür olamaz. Nasıl olabilir ki düşünce özgürlüğü eski düşünce kalıplarını kırmanın ta kendisidir." (Sf.121)
Bu iki cümle, hem dil ve hem de fikir bakımında çarpıktır. Meselâ; "Gelenekçi" olmak kötü bir şey midir, Sayın Yazarlar?
"Hür" ve "hürriyet" hattâ "serbest/serbestlik" yerine kullanılan "özgür" ve "özgürlüğü" kelimeleri, ne yazık ki, yanlışların yanlışıdır. İstiklâl Marşı'mızdaki "hür" ve "hürriyet" kelimelerini düşününüz. "Özgür" ve "özgürlüğü"n bunlarla ne alâkaları vardır?
Hem "özgür düşünce" diyeceksin hem de, çocuklarımızın zihinlerine bu olur olmaz kelimeleri "zorla" sokacaksın, ne âlâ değil mi?
Peki; şu "eski düşünce kalıplarını kırmanın ta kendisi..." nin de ne demek olduğunu bir açıklasanız da anlayıversek!..Vah ki vah!..
(Devamı yarın)
OKUL KİTAPLARINDAKİ TÜRKÇE HAKKINDA/2
M.HALİSTİN KUKUL
(Dünden devam)
6. "Onun için şu sözü çok gerçekçi bulurum: Yaşam, biz başka planlar yaparken başımızdan geçenlerdir. Bilinçli insanın bu tuzaktan kaçınması gerekir." (Sf.147)
"Hayat" gibi canlı, işlek ve herkes tarafından bilinen bir kelimenin yerine "yaşam" demeyi de anlayamıyorum. Yaşamak fiilinden ( yaşama-yaşantı- yaşayış) doğrudur. Fakat (yaşam) asla doğru değildir. Peki; "hayat adamı, hayat arkadaşı, hayat memat mes'elesi, hayatına girmek..." gibi tâbirler nasıl söylenecektir?
Hayat yerine uydurma "yaşam" denilirken, şu F(ı)ransızca "plan" niçin yerinde duruyor?
Peki; "Türkçe yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi yazılan bir dildir" kaidesine göre, bunu, niçin (pilân) diye yazmıyorsunuz? Yoksa, bu kaide rafa mı kalktı? Yazarın ifadesiyle " Bilinçli insanın..." bunları düşünmesi gerekmez mi?
Bu cümleler, "Komisyon" tarafından yazılan kitaptan sâdece birkaçıdır. Ve bu kitap, sâdece, "beşinci defa 640.351 adet basılmıştır."
Hele, bir de diğer baskılarını düşününüz!.. Demek ki, çocuklarımız, bunca yanlışla oyalanıyorlar.
Şimdi de; "Millî Eğitim Bakanlığı, Talim ve Terbiye Kurulu'nun 25.11.2011 gün ve 166 sayılı kararı ile ders kitabı olarak kabul edilmiş, Destek Hizmetleri Genel Müdürlüğünün 10.04.2015 gün ve 3897233 sayılı yazısı ile dördüncü defa 547.086 adet basılmıştır." ifadeli "Ortaöğretim Din Kültürü Ve Ahlak Bilgisi-9" kitabına göz atalım.
Meselâ; iki ana başlık: "İnsanın Doğası ve Din" (Sf. 11); "Din Bireyi Esas Alır" (Sf. 99)
Ne demek "doğa" ? Ne demek "birey" ?
"İnsanın Doğası ve Din" başlıklı şu cümlelerle devam ediyor: "Çevre faktöründen bağımsız olarak insanda doğuştan var olduğu düşünülen değişmez özelliklerin bütünü insan doğasını oluşturur. İslam dininde buna fıtrat veya yaratılış denir." ( Bu iki cümle için, kaynak olarak Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, C 2, s. 171) gösterilmiş.
Cümlelerde ne virgül var, ne de noktalı virgül. Tabiat yerine doğa kullanılmış ammâ, F(ı)ransızca "faktör"e kıyamamışlar. Biliyoruz ki, "tabiat", aynı zamanda, huy, mizac, karakter, seciye, tabiat, cibillet mânâlarına da gelir. Başka bir yerden nakil de olsa, "insan doğası" yerine, meselâ, "insanın yapısı" denemez miydi? Niçin illâ da "doğa", söyler misiniz? Ve niçin bu nakil?..
Kaldı ki; 95. sayfada: "Seciye kelimesi sözlükte; huy, karakter, öz ve kimlik anlamlarına gelir" denmektedir.
Yine 11. sayfada: "Düşünme eylemi aklın doğal bir ürünüdür" cümlesinde ne demek istenilmiştir? Burada, "doğal ürün" ne demektir? Doğrusu, anlamakta zorluk çektim...Yine aynı sayfada: "İnsan, irade ve sorumluluk sahibi bir varlıktır." deniliyor ki, doğrudur. Ardından: "Seçme ve karar verme özgürlüğünü dilediği şekilde kullanabilir." cümlesi getiriliyor ki,- tabiî ki, önce şu "özgürlüğünü" kelimesi, bize bir anlatılabilse- ondan sonra, belki, "dilediği şekilde"yi tartışabiliriz.
104. sayfada: "Laiklik sadece din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Tüm vatandaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğüdür demektir." sözünde, acaba, Atatürk, "özgürlük" mü demiştir yoksa "hürriyet" mi? Ne dersiniz?
Peki, 105. sayfada, yine, Atatürk: "Her birey dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur" mu demiştir, yoksa "Her fert, dinini diyânetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir" mi demiştir?
99. sayfadaki: "Din Bireyi Esas Alır" başlığını yukarda yazmıştım. Bu "birey" neyin nesidir ki, aynı sayfada , "İslam dininde yer alan pek çok emir ve yasak bireye yöneliktir" dendikten sonra, âyet-i kerîme de, "...Her birey kendi yaptığından sorumludur." (Tûr sûresi, 21) deniliyor.
"Birey"; tamamen ucûbe bir kelimedir ve Türkçe'yle hiçbir alâkası yoktur. Her kim söylüyor ve yazıyorsa yanlış yapıyor!..
Peki; en azından, cenâze namazı kılarken/kıldırırken: "Er birey niyetine... " veya "Hatun birey niyetine..." diye nasıl niyet edeceğiz/edeceksiniz/ettireceksiniz, söyler misiniz?
Yûnus Emre'nin: "Kişi bile söz demini...", mısrâını, niçin unutturma gayretinde bulunuluyor?
"Kur'an-ı Kerim" , "İslam", "sure" ve "ayet" kelimeleri yazılırken, (a)larda, (u)da ve (i)de, inceltme işâreti (^) olmaz mı? Hayretle gördüm ki, baştan sona, her sayfadaki durum aynıdır. Niçin?
Ziyâ Paşa'nın terkîb-i bend'indeki "kişi" ve "şahıs" kelimelerine rağmen (birey) demenin ve bunu, kitaplara sokarak çocuklarımıza baskı uygulamanın ve dili/ güzel Türkçe'yi zorlayıp bozmanın mânâsı nedir?
Büyük şâirimiz Yahya Kemal diyor ki: "Lisan bahsi açıldıkça hâlâ mı o bahis? diyerek bezginlik gösterenler, bana, acınmaya lâyık, gözlerini gaflet bürümüş, en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar. Vatan bahsi açıldığı bir yerde hâlâ mı o bahis; diyecek bir Türk, menfûr bir kayıtsızlık göstermiş sayılır. Bu telâkkî, lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı da bu derece vâriddir.
Vatan fikri bizde dâimâ vardı; fakat, Namık Kemal'in bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle uyandırdığı günden beri daha uyanığız. Onun vatan fikrini uyandırdığı gibi, bir diğer Türk şâiri çıkıp da lisan fikrinin kutsîliğini uyandırsaydı bize öğretseydi ki: Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe'dir, bu bağ öyle bir metîn bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar.
"Türkçenin çekilmediği yerler vatandır.
Ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve rûhu Türkçedir. Bu bağ, milyonlarca Türk'ü bugün birbirinden ayırmıyor; fakat dimağdan dimağa kalbden kalbe geçmiş bir teldir ki yarın Türk edebiyâtının âteşîn, feyyâz, ceyyid bir devresi açılırsa, millî rûhu bir elektrik seyyâlesi gibi o dimağlar ve kalblerden geçirerek bu kitleyi yekpâre bir hâlde ayağa kaldırır."
Kim, gelecek nesilleri, bu Türkçe anlayışından ve aşkından koparma ve uzaklaştırma hakkını, kendinde bulabilir?
Son söz, Ziyâ Paşa'nın:
"Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde"
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.