ŞİİRİN SIR İKLİMİNDE
Bediî tefekkürü temellendiren saf muhayyilenin halka halka, kademe kademe,kelimelere sindirdiği mânâ tayfıyla,şâir zihninde beliren kendine has üslûp şekillerine bağlı kalarak;âhengin zirveyi yakaladığı yerde ve ânda,hakikî şiirin inşâ edilmiş ihtişâmlı edâsıyla kucaklaşırız.
O muhayyile ki;bir ilâhî ikrâm ve lütuf olarak,içinde barındırdığı "kaabiliyeti" ,sevinçle,korkuyla,hüzünle,endîşeyle, sıkıntıyla,hoşgörüyle,tevâzûyla,hırsla,celâllenmeyle,sevgiyle, muhabbetle,ürperişle,kıvranışla, titreyişle,hazla...ortaya çıkarma,kendini gösterme "irâdesi"yle,kelimelerde "fikir tecellisini" bulur.
Şâir muhayilesine te'sir eden inançların,tabiattaki her türlü unsurun,târihî fikir ve his birikimlerinin,bu "tecellide" ayrı ayrı pek büyük hisseleri bulunmaktadır.
Şüphesiz ki;muhayyileye,adına ilhâm da denilen,"sükûn"dan " cinnet"e kadar mesafe bulabilen,telkinci bir mesajın rehberliğinde yol alır şâir.
Ve yine;unutmamak gerekir ki,her şiir,tabiatıyla her san'at eseri,doğduğu milletin kıymetlerinin mahsûlü olarak;bediî bir edâya bürünerek ortaya çıkar. Onun,kaynak aldığı veya kullandığı başka kültür değerleri varsa da,temelde bu,budur. Zîrâ;netîce îtibâriyle,her şâir,kendi fikriyatının şiirini yazar ve her san'atkâr da kendi yapısının san'atını icrâ eder.
Bu muhayyileye,bizim bediî tefekkürümüzde,ihtişâmlı ve azametli olduğu kadar "sükûn ve huzur telkin edici" bir mesaj yol gösterir:
" Allah güzeldir ve güzelliği sever."
Bütün güzellikleri ihâta eden,aşk ile ürpertici,sükûna teslim edici o hakikî ve nûrânî güzellik! Ve;kesretten tevhîde doğru ilerleyen mukaddes ve çileli tırmanış!..Beyinleri zonklatan arayış ve aratış!..
Rengârenk çiçeklerden,doyumsuz ve misilsiz rayihâlardan, boyun büküşlerden,katmer katmer açılışlardan,deniz diplerine,semâ sonsuzluklarına ve kıymetli paha biçilmez mâdenlerden, çil çil balıklara...kadar,ilâhî güzelliğin "remz"i hüviyetindeki çocuk ağlayışı veyâ gülüşüne kadar,herbir tecelliyi idrâk edip, idrâklere sunan kıvrak kalem sâhibinin terennümü...
İşte; şiirin," Eser"den " müessir"e doğru,güzelliğin âhenkli adımları ve şuûrlu bir şekilde,bazen coşturuculuğu,bazen de sükûn vericiliği..
Kleber Haedans:" Şiir tarif edilebilseydi yüz türlü değil,bir türlü tarifi olurdu." der.
Görülüyor ki;şiirdeki çok tariflilik, karşımıza" tarif edilmezliği" çıkarıyor. Demek ki;târih boyunca halledilememiş çok zor bir mes'ele karşısındayız.
Ferdin, kendi içindeki çelişkisi; fertlerin birbirleriyle farklı yapılarda oluşları, cemiyetlerin veyâ milletlerin farklı kültür değerleriyle beslenmeleri; hâliyle, farklı bediî tefekkürlerin meydana gelişine vesîle olmaktadır.
Putperest bir cemiyetin şâir veyâ san'atkârının, Hıristiyan veyâ Müslüman bir cemiyetin kültür değerleriyle beslenip yoğrulan şâirlerle aynı temel terennümleri ifade etmeyeceği âşikârdır.
Şuûraltına nakşedilen farklı farklı mesajların, zaman içinde ortaya çıkmaları, şâir mizaçlarda elbette ki, kendini gösterecektir. Şüphesiz ki; bu durum, şiirin genişliğinin ve derinliğinin ne derece kavranması zor bir sırla dolu olduğunu da ortaya koyar.
Hâliyle; herkes, kendi fikriyatının estetiğiyle şiirini inşâ etmek zorunda kalacaktır. Bundan dolayıdır ki, târih boyunca, değişik san'at telâkkîleri/görüşleri sebebiyle, değişen farklı şiir poetikaları dile getirilmiştir. Mimesis'e yâni taklid'e dayalı Aristo poetikası, esasta "kabuk"la, "satıh"la meşgul olduğu için noksanlıklarla doludur.
Mes'eleyi, "Allah güzeldir ve güzelliği sever." mesajının ışığı altında düşündüğümüzde görürüz ki; şiirin aslî hüviyeti, insanları belli kaidelere bağlayıp, esârete sürüklemek değil; inancın hürlüğünde metafizik âlemde gezdirmektir.
Bundan hareketle diyebiliriz ki, şiirde, hayâl'i de harekete geçiren esas unsur "aşk"tır. Mevlâna Hazretleri, Mesnevî'sinde buyuruyor ki:
" Aşk olmasaydı, dünya donar kalırdı."
Yûnus Emre ise:
" İşitin ey yârenler
Aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül
Misâli taşa benzer"
Bizim şiirimiz, bu temeller üzerine kurulmuştur.
Fuzûlî'nin:
" İlm kesbiyle pâye-i rif'at
Arzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl ü kal imiş ancak"
Mısraları ne kadar derin mânâlıdır.
Âşık Veysel:
" Güzelliğin on par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa"
Derken, aynı aşkın pınarından beslenmiyor mu?
Ya, Necip Fâzıl:
" Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış!"
Derken, muhayyilenin hangi dar kalıplarını altüst ediyordu acaba!
Şüphesiz ki, şiir; az ile çoğu ifade edebilme san'atıdır. Bunu yaparken de; duyguyla fikri âhenkli bir şekilde örgüleştirmek zorundadır. Bu terkipte kuruluk, basitlik, bayağılık bulunmaz, bulunmamalıdır; sükûn içinde alıpgötürücülük/kendin geçiricilik/cezbedicik esas alınmalı, temel olmalıdır.
Şiirin esasını teşkil eden " ham hayâl" yâhût " saf muhayyile" olduğu yerde kalırsa; kendi içinde tezatlara düşebilir. Yâni; mutlaka "akıl" ile işbirliği yapmalıdır. Bu husus, "Sonsuzluk Merdiveni" adlı şiir kitabımdaki " Ses" adlı şiirimde şöyle ifade bulur:
" Kalble beyin arası
Med ve cezir diyârı"
Bu faaliyet, yâni, "kalble beyin" arasındaki bu " med ve cezir" hareketi, hiç durmadan, fakat kurulu bir basit makine gibi değil; akıl ile müştereklik içinde, mukayeseli, muhakemeli, âhenkli, fazîletli bir sancıyla, mukaddes bir aşkın temellendirdiği bir doğuşla varlığını gerçekleştirerek hakikî şiire numûne teşkil edebilir.
Yûnus Emre, belki de bunun için:
" Az söz er öğütüdür
Çok söz hayvan yüküdür
Bilire bir söz yeter
Sende gevher var ise"
Demiştir.
İhtişamlı Türk şiiri nice güzel numûnelerle doludur!
Şiirin sır iklîminde nice güzellikler var!..
Susuzluğumuzu gidermek için, bazen su da yetmiyor!..
Ey okyanuslar doyurun bizi ne olur!..Kavruluyoruz!..
KÜMBET DERGİSİ, TEMMUZ-AĞUSTOS 2001, Sf. 6-7
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.