AHMET YILMAZ BOYUNAĞA'DAN BİRKAÇ HÂTIRA / 3
AHMET YILMAZ BOYUNAĞA'DAN BİRKAÇ HÂTIRA / 3
(Dünden devam)
1990 yılında, kanser hastalığına yakalanır. 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, O'nu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastahânesi'ne sevkeder. Bu karar üzerine, ben, Yılmaz Ağabey ve o zaman tıp fakültesi öğrencisi (şu anda Kırıkkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde profesör) olan oğlu Hakan, hastahâneden beraber ayrıldık.
Volkswagen Tosbağa'ları vardı. Karlı bir gündü. Hakan'ın kullandığı arabaya üçümüz binerek, Tıp Fakültesi'nden Cumhuriyet Meydanı'na geldik ki, aradaki onbeş kilometrelik mesafeyi, sanki elli kilometre gelmiş gibi olduk. Sessiz ve gergindik. Hemen hemen hiç konuşmuyorduk.Yılmaz ağabey oldukça yorgundu. Vıcık vıcık bir zeminde, tam Cumhuriyet Meydanı'na gelmiştik ki, Yılmaz Ağabey, Hakan'a:
-Bak oğlum, dedi. Hayat böyledir. İnsanın, ne zaman ne olacağı asla belli olmaz! Ölüm de böyledir!..Hiç düşünülmeyen bir zamanda çıkar karşına!..
Evet; hiç düşünülmeyen bir zamanda bize söylenen bu sözlere karşı tek kelime demedik!..
Arabadan indik. Hakan, arabayı uygun bir yere çekmeye çalışırken, ben, koluna girdim. Paltosunun içinde sâdece bir kemik uzantısı vardı. Âdeta onun içinde kaybolmuş gitmişti!..
Hacettepe'de ameliyat oldu. O'nu orada ziyâret ettim. Samsun'a döndüğünde, benim de bulunduğum bir mecliste, kendisine geçmiş olsuna gelenlere dediği cümle şu oldu:
- Hamdolsun, çok iyiyim!..Ölümüm, bu hastalığımdan olacaksa, elbette, bunda da, Allahü teâlânın bir hikmeti vardır!..
Göz ucuyla birbirimize baktık...Herkes, O'nu teselli edecekken, O, herkesi teselli ediyordu.
İkamet ettiği evin az da olsa bir yokuşu vardı ki, onu muhakkak yürüyerek çıkması ve ayrıca, evin, kaloriferli olması da gerekiyordu. Bu sebeple, doktor tavsiyesiyle , kendi evinden çıkarak, Lise Caddesi'nde bir ev kiraladı. Bu evinde de, mümkün olduğunca kendisini ziyârete giderdim.
Morali yüksek olmasına rağmen, yazı yazmakta zorlandığını biliyordum. Bir gün, kendisine, bir mülâkat yapmamızı söyledim. Çok memnun oldu. O sıralarda, Türkiye Gazetesi'nde de yazıyordum ve gazetenin Kültür-Sanat sayfasını Destan Şâirimiz (merhûm) Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu yönetiyordu.
Mülâkatımız esnâsında, Yazar ve Şâir arkadaşım Ali Kayıkçı da birkaç fotoğrafımızı çekmişti. 03 Mart 1990 tarihli Türkiye Gazetesi'nin Kültür - Sanat sayfasında "A. Yılmaz Boyunağa İle Tarih Romancılığı Üzerine" başlıklı mülâkatımız yayınlandı.
Ali Kayıkçı'nın çektiği bu fotoğraflardan birkaç tane de Yılmaz Bey'e bırakmıştık. Ancak; eşi Nimet Hanım, tedbirli davranarak bu fotoğrafları kendisine göstermemiş. Fakat ne çare!..
Fotoğraflardan biri gazetede yayınlanınca:
- Hanım, demiş Yılmaz Ağabey, ben, ölmüşüm de haberim yok!..
Hayat işte böyle bir şey!!!
Gerçekten de çok zayıflamıştı. Hani denir ya, bir deri bir kemik kalmış, işte öyle! Bu duruma biz de üzüldük amma ne yapalım, elimizden bir şey gelmiyordu.
1991 yılında, 19 Mayıs Üniversitesi'nden Öğretim Görevlisi olarak emekli oldu.
Yıl 1992'dir. Hacca gitmeye karar vermiştir. Benim gibi herkes de, bunu başarabileceğine bir türlü akıl erdiremiyorduk. Bu vaziyette, çok zor bir işe girişiyordu. Buna rağmen, hiç kimse, O'nu rencîde ederim endîşesiyle görüş beyan edemiyordu. Ancak, sağlık sebebiyle müsaade edilemeyeceği kanaati de hâkimdi.
Hayır, böyle bir şey de olmadı. Kendisini hacca uğurlarken de bitkinliği yüzünden okunuyordu.
Hac dönüşü anlattı:
- Salâhiyetli olduğunu sandığım bir kişi, otobüste oturduğum koltukta yanıma yaklaştı. " Beyefendi, dedi, siz hasta mısınız?" Ben, kendimden gayet emin ve yüksek sesle, hayır dedim, ne hastası!..Adam, yüzeme biraz baktı ve kafasını sallayıp çekip gitti.
Son bir hâtıramızı da, 24 Ekim 1995 tarihli Türkiye Gazetesi'nin 13. sayfasında yayınlanan " Ahmet Yılmaz Boyunağa'nın Ardından" başlıklı yazımdan naklediyorum:
"Ölümün dehşetinin herkesi ürperttiği anlarda, O, âhirete geçişin muhasebesini teslimiyetle yapıyordu. Izdırabının en yüksek noktalara çıktığı anlarda bile duâ ediyor, halka halka sevgiyi kalbden kalbe nakşetmenin hazzını tadıyordu.
Hemen hemen her gün telefonla veya yüzyüze görüşüyorduk. Vefâtından iki gün önce (08 Ekim) Pazar günü öğleden sonra (19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastahânesi'nde) ziyâretine gitmiştim. Son konuşmamızdı bu. Koluna serum takılıydı. Ağrısı vardı. Buna rağmen, kendinde sıhhatli bir insanın davranışı vardı. Hiçbir zaman şikâyet etmiyordu. "Allahü teâlâ hangisi hayırlı ise o olsun!" diyordu.
Son sözünde:"Soranlara selâm söyle!" dedi. Ayrılırken bir daha dönüp baktım. Yattığı yatakta serumsuz kolunu hafifçe kaldırdı ve son defa gözgöze geldik.
Ne bilecektim ki, bu, son konuşma ve son el sallayıştı."
Bu vesîleyle, O'nu, tekrar rahmetle anıyorum. Mekânı cennet olsun!..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.